23 Kasım 2023 Perşembe
MERYEM TÜRKTEKİN
Çocuğa karşı ‘ayrım gözetmeme ilkesini, yaşama ve gelişme hakkını’ uluslararası bu belgelerle koruma altına aldığını söyleyenler, her yerde bunları yayınlayanlar, yıllarca bizleri bunlara inandıranlar, hala dünya barışına sunduğu katkıları allandıra ballandıra her yer de anlatanlar sizler değil misiniz?
Filistin’desadece bugün değil, tam 56 yıldır çocuklar öldürülüyor… Gazzelio yavrucağın dediği gibi, o toprakların çocukları büyümeden ölüyor…
Bu konuda bugüne kadar neler yaptınız? Niçin barışı sağlayamadınız?
Ya bunun nedenlerini insanlığa anlatın…
Ya o sözleşme ve bildirgelerin sadece Batılı ülkelerin çocukları için geçerli olduğunu itiraf edin ya da o bildirge ve sözleşmelerin gereğini derhal yerine getirin…
Ey tüm ulusların erkek ve kadınları!
1924 tarihli Çocuk Hakları Bildirgesi’nde, insanlığın sahip olduğu en iyi şeyi, çocuğa vermekle yükümlü olduğunu kabul edenler, sizler değil miydiniz?
İnsanlığın sahip olduğu en iyi şey, gök yüzünden yağan bombalar mıdır…
Hangi din, hangi kitap, hangi ahlak zulme izin vermiştir.
Niçin konuşmazsınız?
Zulme sessiz kalmak da zulme ortak olmak değil midir…
Ey dünya devletleri!
Keza 1924 tarihli Çocuk Hakları Bildirgesi’nde, ‘İnsanlığın ırk, uyrukluk ve din ayırımı gözetmeksizin sahip olduğu en iyi şeyi, çocuğa vermekle yükümlü bulunduğunu’ tasdik edenler, sizler değil miydiniz?
Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni dünyada en fazla ülkenin onayladığı insan hakları belgesine dönüştüren de sizler değil miydiniz?
Ve çocuğa karşı hiçbir nedenle ayrım gözetmeyeceğinizi, dünyadaki tüm çocukların yaşama ve gelişme hakkını koruyacağınızı taahhüt eden sizler değil miydiniz?
Madem ki, o taahhütleri tutmayacaktınız, o imzaların için attınız?
Budürüstlük müdür, ahlak mıdır yoksa riyakârlığın ve ahlaki redaetindik alası mıdır?
Söyleyin, medeniyet ve demokrasi, insan hakları yolunda nasıl birilerlemedir bu…
Her şey sizin çıkarlarınız içim mi yazıldı yoksa…
Sizin medeniyetiniz tek dişi kalmış canavar mı hala…
Ey dünya liderleri!
İnsanlığın geçmişte yaşadığı acılardan niçin hala ders çıkarmazsınız…
Gezegenlerde yaşam ararken dünyada yaşama niçin kıyarsınız…
Binlerce çocuğa kıyılmasına nasıl göz yumarsınız…
Bilmez misiniz, yeryüzünde ve gökyüzünde her şey adalet üzerinedir…
Adalet!
Ne iktidarlarınızı ne de devletlerinizi koruyamazsınız, o yoksa…
Ey insanlık!
En çok sana acımak lazım aslında…
Daha kaç yüzyıl katlanacaksın bu riyakârlığa…
Soruyorum sana;
Gazze’de binlerce çocuk katledilirken bugünü nasıl kutlayacaksın…
Dünya çocuklarının yüzüne ne yüzle bakacaksın…
Gazzeli çocukların çığlığı 43 gündür arş-ı alayı titretirken…
Nasıl olurda hala susarsın…
Bugün de ayağa kalkmazsan, düştüğün o yerden bir daha nasıl kalkacaksın!
MERYEM TÜRKTEKİN
Çocuk Hakları Günü’nün hikâyesinin ardında da, barış ve adalet için mücadele eden, dünyayı güzelleştirmeye çalışan bir kadın vardır aslında…
Uluslararası Çocukları Koruma Derneği’nin kurucusu EglantyneJebb adlı bir İngiliz kadın,1923 yılında çocuklarla ilgili beş temel ilke ortaya koyar. Bu ilkeler, 1924 yılında Milletler Cemiyeti tarafından ‘Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi’olarak kabul edilir. Bu belge, çocuk hakları alanında kabul edilmiş ilk uluslararası belgedir.
Bu bildirgeyi hayata geçiren duygu ise, Birinci Dünya Savaşı’nda çocukların yaşadığı trajedilerdir. EglantyneJebb, savaşta ölen, yaralanan, yetim ve öksüz kalan o mazlum çocukların sesi olur ve çocuklara karşı insanlığı vicdana davet eder.
Onun ortaya koyduğu ve Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi’ne giren ilkeler; terk edilmiş çocukların korunması, çocukların doğal biçimde gelişmesine olanak sağlanması ve her türlü istismara karşı korunması, hasta çocukların beslenmesi ve tedavi edilmesi, felaket anında önceliğin çocuklara verilmesi ve çocukların kardeşlik duyguları içinde yetiştirilmesi ile ilgilidir.
Milletler Cemiyetince bildirgenin sonuç kısmına; ‘Tüm ulusların erkek ve kadınları; insanlığın ırk, uyrukluk ve din ayırımı gözetmeksizin sahip olduğu en iyi şeyi çocuğa vermekle yükümlü bulunduklarını «Cenevre Bildirisi» denilen bu Çocuk Hakları Bildirisi ile tasdik ederler!’ denilmiştir.
Bildirgeyi imzalayan devletlerden biri de Türkiye’dir. Ve 1928 yılında Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından imzalanmıştır.
Hukuk kitaplarında, çocuk hakları ile ilgili iyiniyetli çabaların1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile kesintiye uğradığı, savaş sonrasında Milletler Cemiyeti’nin yerine Birleşmiş Milletlerin kurulmasıyla Çocuk Hakları alanındaki çalışmaların yeniden başladığı; ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca 1924 tarihli ‘Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi’ndeki ilkelere beş ilke daha eklenerek 10 maddelik 1959 tarihli ‘Çocuk Hakları Bildirgesi ‘nin kabul edildiği yazar.
1989 yılına gelindiğinde ise, BM Genel Kurulu bu bildirgelere dayanarak günümüzde yürürlükte olan 54 maddelik ‘Çocuk Hakları Sözleşmesi’ni kabul eder. Ve 1959 tarihli bildirgenin kabul edildiği 20 Kasım tarihini ‘Dünya Çocuk Hakları Günü’ olarak ilan eder.
Çocuk Hakları Sözleşmesi, dünyada en fazla ülkenin onayladığı insan hakları belgesidir.
1990 yılında yürürlüğe giren bu sözleşmeye ülkemiz taraftır. İsrail dahil196 ülke taraf olmuştur. Ve o günden bu yana 20 Kasım günü tüm dünyada ‘Dünya Çocuk Haklar Günü’ olarak kutlanmaktadır.
Söz konusu sözleşme ‘ayrım gözetmeme, çocuğun yüksek yararı, yaşama ve gelişme hakkı, katılım hakkı’ olmak üzere dört temel ilke üzerine oturtulmuştur.
Ayrım gözetmeme ilkesi madde 2’de düzenlenmiştir. Yaşama ve gelişme hakkı ise madde 6’da düzenlenmiştir; bu hükümde ‘Taraf Devletler, her çocuğun temel yaşama hakkına sahip olduğunu kabul ederler. Taraf Devletler, çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı gösterirler.’ der.
O halde tam da, yeri ve zamanı gelmişken, bu bildirgeleri ve sözleşmeyi hazırlayan/kabul eden/imzalayan/ yükümlülük altına giren herkese bazı şeyleri sormak istiyorum…
Ey Birleşmiş Milletler!
1924 tarihli Cenevre Çocuk Hakları Bildirgesi ve 1959 tarihli Çocuk Hakları Bildirgesi,1989 yılında kabul ettiğiniz ‘Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin ve ilan ettiğiniz Dünya Çocuk Hakları Günü’nün dayanağı değil midir?
Bu uluslararası belgeler tüm dünya çocuklarını kapsadığı halde, Gazzeli çocuklar için niçin uygulanmıyor?
Gazzeli çocuklar bu dünyanın çocukları değil mi? (DEVAMI YARIN)
MERYEM TÜRKTEKİN
Yasanın barındırdığı tüm risklerin yanı sıra ‘rezerv yapı alanı’ tanımının ivedilikle değiştirilmesi gerekmektedir. Rezerv alan ilan edilecek yerler sadece kamuya ait alanlar olabilir. Zira mülkiyet hakkı kutsaldır.
Anayasası’nın 35. Maddesi’nde; “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir….” denilmiş ise de; devletin mülkiyet hakkı karşısındaki konumu negatif haklar kapsamındadır ve bu konuda kararlar alabilmesi için sadece kamu yararının gerekçe gösterilmesi ve kanun çıkartılması yeterli değildir.
Değil mülkiyet hakkından yoksun bırakabilecek kararlar alınması, mülkiyet hakkının sınırlandırılması bile diğer temel hak ve özgürlüklerde olduğu gibi Anayasa’nın 13. Maddesi’nde belirtilen kurallara tabidir. 19. yüzyıla kadar mutlak ve sınırsız bir hak olarak kabul edilen bu hak, 20. yüzyıldan itibaren kamu yararı gerekçesiyle vergi ve imar planı gibi nedenlerle bazı sınırlamalara tabi tutulmuş ise de, diğer hakların kendisinden türediği kabul edilen mülkiyet hakkı, tüm hakların anası olarak nitelendirilir.
Dolayısıyla mülkiyet hakkı temel hak ve özgürlükler arasında özel bir öneme sahiptir, devletin müdahale etmemesi gereken haklar statüsündedir.
Bu itibarla, Anayasaya ve evrensel hukuk normlarına aykırı olan bu yasanın iptal edilmesi/vazgeçilmesi gerektiğini düşünüyor, uygulaması konusunda Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nı uyarma gereği duyuyoruz;
Bu yasaya dayanarak özel mülkiyet alanları ile ilgili alınacak tüm kararlarda; Hakkın özüne dokunmama ilkesine, Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı kalma kuralına, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesinin ‘elverişlilik, gereklilik ve orantılılık’ gibi tüm unsurlarına son derede özen gösterilmesi, hak sahiplerini mülkiyet hakkından yoksun bırakabilecek hiçbir eylem ve işlem müsaade edilmemesi gerekmektedir.
Aksi halde Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın büyük sorumluluğu doğacaktır.
MERYEM TÜRKTEKİN
İktidar uyguladığı yanlış ekonomi politikalarıyla vatandaşın ev alabilmesini imkânsız hale getirdiği yetmezmiş gibi, bu kez de insanların bin bir emekle yıllarca çalışarak aldığı evini/işyerini kaybetmesine neden olacak yasal bir zemin oluşturmuştur.
Çıkartılan Kanun’un afet riski altında bulunan bölgelerde kentsel dönüşüm çalışmalarını hızlandırmak amacıyla hazırlandığı ifade edilmektedir. Bizlerde, başta İstanbul olmak üzere tüm kentlerimizin afet tehlike ve riskleri, çarpık kentleşme, aşırı nüfus yığılmaları gibi çeşitli nedenlerle kentsel dönüşüm ve yenilenme ihtiyacı olduğu düşüncesindeyiz. Ancak 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun kapsamında yürütülen projeler ile; acil dönüşüm ihtiyacı olan yerlerden daha ziyade rantın yüksek olduğu bölgelerde dönüşümler yapılmıştır. Ve bu durum toplumda kentsel dönüşüme karşı ciddi bir güvensizlik yaratmıştır. Çıkartılan yeni yasa ile bu güvensizlik duygusu çok büyük bir endişeye dönüşmüştür. Zira yeni kentsel dönüşüm yasası ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na özel mülkiyet hakkının ihlali sonuçlarını doğuracak olağanüstü yetkiler tanınmıştır.
Şöyle ki; yeni yasaya göre artık kentsel dönüşüm kararı için hak sahiplerinin üçte iki çoğunluğu aranmayacak, salt çoğunluk yeterli olacak. Riskli yapı denetim ve tespitleri Kentsel Dönüşüm Başkanlığı tarafından yapılacak. Kiracılar ya da hak sahipleri risk tespitini engellerse, yapılar yetkililerin yazılı izniyle çilingir yardımıyla açılarak karot örneği alınabilecek. Riskli yapıların tahliyesi ve yıktırılması için mülk sahiplerine en fazla 90 gün süre verilecek. Hak sahiplerine yapılacak tebligatlar yapı üzerine asılacak, muhtarlık ve e-devlet üzerinden yapılacak. Riskli yapıları tahliye etmeyen hak sahiplerine karşı güvenlik güçleri zor kullanabilecek. Kısaltılmış ve sınırlandırılmış hukuki süreçler uygulanacak.
Anayasal bir hak olan mülkiyet hakkı hususunda hak arama ve savunma yollarının böylesine kısıtlanması, yerel yönetimlerin yetkilerinin tamamen ortadan kaldırılması, özel yaşam ve konut dokunulmazlığının depreme hazırlık adı altında idarece yapılmasına müsaade edilmesi, mülkiyet hakkı konusunda Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na böylesine sınırsız yetkiler verilmesi kesinlikle kabul edilemez. Bu yasa birçok açıdan anayasaya aykırıdır.
Bize göre, öncelikle mülkiyet hakkı ihlallerine karşı çok etkin koruma yöntemleri getirilmeliydi. Ayrıca bir yerin riskli yapı olup olmadığı hususunda meslek odaları ve bağımsız kuruluşlar da yetkili kabul edilmeliydi. Zira uygulamada riskli yapı kararlarına karşı açılan davalarda yapının riskli olmadığı yönünde kararlar verilebildiğini görüyoruz.
Kaldı ki, yasada ‘rezerv yapı alanı’ tanımının değiştirilmesi çok tehlikeli bir durum yaratmıştır. Eskiden yeni yerleşim alanı olarak belirlenen yani üzerinde yerleşim yeri bulunmayan bölgelerde ilan edilen rezerv yapı alanları yeni yasanın 6.maddesine göre artık mevcut yerleşim alanlarında da ilan edilebilecek…
Siyasi ve bürokratik ahlakın böylesine çöküşte olduğu bir toplumda böyle bir yasanın büyük hak kayıplarına yol açacağı açıktır. İktidar çevreyi rant ve talan alanı olarak görmektedir. Bu hükümle de, şehir merkezlerindeki kıymetli yerlerin ‘rezerv alanı’ ilan edilerek hak sahiplerinin değersiz yerlere sürülmesinin yolu açılmıştır.
Üstelik çıkartılan bu yasaya göre hak sahipleri yeni yapılan konutun farkını ödeyecek güçte değilse, Kentsel Dönüşüm Başkanlığı yeni evin farkını ödeyerek vatandaşın mülkiyetine ortak olacaktır. Böyle bir durumda kalacak başka yeri olmayan hak sahiplerine oturma hakkı tanınacak ve hak sahibinin ölümü halinde bu yerler hazineye kalacaktır. Bu yasa hak sahiplerinin sadece mülkiyet hakkını, özel yaşam ve konut dokunulmazlığı, adil yargılanma haklarını ihlal etmekle kalmayacak, onların eş ve çocuklarının beklenen miras haklarını da ihlal edecektir.
Nitekim Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, kanunun yasalaşmasının üzerinden bir hafta geçmeden bakanlığının bütçe sunumunda; şehirlerin meydanlarını ve prestijli caddelerini ‘resen’ kendilerinin yapacağını söyledi. Bugün de Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile AKP’li Pendik Belediyesi işbirliğiyle İstanbul Büyükşehir Belediye’sinin arazilerine el koyduğu yönünde medyaya haberler yansımaya başladı. Bu söylem ve tutum vatandaşlarda oluşan endişeyi had safhaya çıkardı.
Üstelik vatandaşlar bu endişeyi duymakta son derece haklı. Zira yasa da, afet riski karşısında insanların can ve mal güvenliğini sağlayacak, barınma sorununu çözebilecek, kamu yararını önceleyen çözümler yerine, sermayeyi önceleyen politikalar esas alınmış, özel mülkiyetin gaspına neden olacak düzenlemelere yer verilmiştir. (DEVAMI YARIN)
MERYEM TÜRKTEKİN
Küresel iklim krizi, çevre kirliliği günümüzde tüm canlıların yaşam alanlarını tehdit ediyor. Bu bağlamda insanların belki de en çok unutulan haklarından temiz suya erişim, sağlıklı çevre, barınma gibi hakları da ihlal ediliyor.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1985 yılında, insanlığın ‘yeterli ve sağlıklı’ barınma hakkının karşılanması amacıyla her yıl Ekim ayının ilk Pazartesi gününü ‘Dünya Habitat Günü’ ilan etmiştir.
İlk olarak 1986 yılında “Barınmak benim hakkım” temasıyla Kenya’da kutlanan ve kentlerin mevcut durumuna ve barınma hakkına odaklanan gün, her yıl farklı bir tema ile kutlanmaktadır. Her yıl Ekim ayının ilk pazartesi günü “Dünya Habitat Günü” ile başlayıp 31 Ekim “Dünya Şehirler Günü” kutlamaları ile sona ermektedir.
Bu yılın teması ‘Dayanıklı kentsel Ekonomi: büyüme ve iyileşmenin motoru şehirler’dir. Ülkemizce de tanınan bu günün amacı; hükümetlere, yerel yönetimlere ve kamuoyuna insan yerleşim yerlerinin daha iyi hale getirilmesinin önemli bir sorun olduğunu ve herkes için sürdürülebilir çözümler üretilmesi gereğini hatırlatmaktır.
Öncelikle tüm halkımızın ‘Dünya Habitat Günü’nü kutluyor, bu vesileyle barınma hakkına değinmek istiyorum.
Barınma hakkı ve içerdiği konut hakkı temel bir insan hakkıdır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ ve‘Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ gibi taraf olduğumuz bir çok uluslararası sözleşmenin yanı sıra Anayasamızın 36 md.si ile de;‘Herkes temel insani gereksinimlerini karşılayabilecek, insan haysiyetine yakışır biçimde konut ve barınma hakkına sahiptir.’ hükmüyle hukuki koruma altındadır.Lakin gelin görün ki, ülkemizde son yıllarda birçok vatandaşın elde edemeyeceği bir lükse dönüşmüştür.
Birçok üniversite öğrencisi yüksek kiralar ve yurt pahalılığı nedeniyle barınacak yer bulamadığından eğitim hakkından mahrum olmaktadır. Depremzedelerimizin çoğu halen çadır ve konteyner kentlerde, canı hava koşullarına emanet bir şekilde yaşamaktadır.
Ülkede çift maaş geliri olan aileler için bile artık bir ev alabilmek hayal olmuştur.
Birçok vatandaşımız kira parasını dahi karşılayamaz hale gelmiştir.
TÜİK verilerine göre barınma imkânı bulabilenlerin de, yaklaşık yüzde 37’si konutunda ısınma sorunu yaşamaktadır; yüzde 35’i sızdıran çatı, çürümüş pencere, nemli duvarlar vs. sorunlarla boğuşmakta, yüzde 22’si de hava ve çevre kirliliği gibi çevresel sorunlarla uğraşmaktadır.
Avrupa İstatistik Ofisi’nin verilerine göre Türkiye son bir yılda konut ve kira fiyatlarının en fazla arttığı ülke olmuştur. Küresel Konut Fiyat Endeksine göre de, Türkiye’de 2023 yılının ilk çeyreğinde 2022 yılının aynı dönemine göre konut fiyatları yüzde 132,8 artış göstermiştir. Sonraki süreçte de artışlar tüm hızıyla devam etmiştir.
Sözün özü, şu an ülkemizde ‘barınma’ sorun olmaktan çıkmış, ciddi bir krize dönüşmüştür. Hükümetin kira artışlarını yüzde 25’le sınırlandırması ise, bu sorunu daha da derinleştirmiştir.
Büyükşehirlerde ve turizm bölgelerinde kira fiyatları uçmuştur. Diğer yerlerde de kiralar emekli maaşıyla yarışır hale gelmiştir.
Kiraların daha da artacağını düşünen ve yüzde 25 sınırını uygulamak istemeyen bazı mülk sahipleri konutlarını kiralamaktan vazgeçmiş, bekletmeye almıştır.
Şehitlerimizin kanıyla sulanmış bu topraklarda 3-5 kuruş için yabancılara konut satılması da, ayrı bir yara ve ayrı bir sorun olmakla birlikte, kendi vatandaşımız barınacak yer bulamazken bu konutlar boş durmaktadır, şu an sadece İstanbul’daki boş konut sayısının 400 bini geçtiği ifade edilmektedir.
Barınma sorununun bu kadar büyümesinin nedeni ise, yetkililerin söyleminin aksine sadece yaşanan depremler değildir. Zira yukarda bahsettiği gibi depremzedelerimizin çoğu halen konutlarda yaşamamaktadır. Barınma krizinin asıl nedeni, ülkenin mültecilerle doldurulup, kamplarda barındırmak yerine serbestçe şehirlere dağılmalarına olanak verilmesi ve uygulanan yanlış ekonomi politikalarında ısrar edilmesi olmuştur.
Barınma ve kira sorunu, kira artış oranı sınırlandırılarak, kiracı ile mülk sahibi karşı karşıya getirilerek çözülemez.
Bu sorunun çözümü için, üst hakkı verilerek konut üretiminin artırılması, konuttan kira geliri elde edilmesinin kurumsal hâle getirilmesi, yap-sat yerine yap-kirala sisteminin ve prefabrike sistemlerin teşvik edilmesi gibi, sürdürülebilir çözümler düşünülmelidir.
Yandaş firmaların zengin edildiği TOKİ kampanyaları ile barınma sorununun çözülemeyeceğini artık herkes anlamalıdır.
Bizler bu yılki kutlamalarda yetkililerin sadece söylemlerini değil, bu sorunu nasıl çözeceklerini gösteren eylem planlarını da görmek istiyoruz.
Ve buradan iktidara sesleniyoruz; Barınma hakkı, konut hakkını da içeren temel bir insan hakkıdır ve anayasamızla koruma altındadır. Yeni anayasa yapmak yerine, öncelikle sizleri mevcut anayasanın gereğini yapmaya ve krize dönüşen bu sorunu ivedilikle çözmeye çağırıyoruz.
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.