17 Mart 2025 Pazartesi
TURGAY DEVECİ
Eger barış süreci akamete uğramaz, uğratılmaz, yani alt kimlik milliyetçiliğinin siyaset üzerinde yaptığı serap etkisi dağılırsa ortaya çıkacak sosyolojik iklim, siyasetteki tıkanıklığı açacak seçeneklerin oluşmasının önünü açabilir.
Aslında barış sürecinin de siyasi, ekonomik ve jeopolitik tıkanmaların bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz. Eski hikâyeler albenisini kaybettikçe anlatıcılarının özgül ağırlığı da ortadan kayboluyor, farklı yollar aranması kaçınılmaz oluyor. Aynı emareler muhafazakâr-laik çatışmasını kaşımanın ekonomik resmin üzerini örtmeye yetmemesi gerçeğinin ayyuka çıkması konusunda da görülebilir. Ama oralara şimdi girmeyelim…
Alt kimlik tartışmalarının olmadığı bir Türkiye, siyasetin elle tutulur konular tartışılarak yapılmasını gerektiren bir ortama zemin hazırlayacaktır, en azından umudumuz o yönde. Böyle bir Türkiye’nin siyasi haritası nasıl görünür diye merak edenler varsa, son Almanya seçimlerine bir göz atmalarını öneririm.
Sosyal Demokrasi’nin, anavatanı sayılan Almanya’da hezimete uğramasına yol açan şartlar aslında birebir Türkiye’de de mevcut olmasına rağmen hali hazırda kimlik siyasetinin sisi ve pusu arasında kayboluyor. Bu sis dağılırsa olacak olan, dünyanın dört bir tarafında yaşandığı gibi merkez siyasetin gerilemesi olacaktır.
Sosyal demokratlar (SDP), Almanya’da ağır bir yenilgi aldı. Hezimeti görünür kılan ise kamu yatırımlarının arttırılmasına karşı çıkan ve hükümeti çalışamaz hale getiren koalisyon ortağı liberal FDP lideri ve Maliye Bakanı Christian Lindner’in, SPD’li Başbakan Olaf Scholz tarafından görevden alınması sonucu gerçekleştirilen erken seçimler oldu.
Alman sosyal demokratlarının çöküşünün stratejik ve taktik sebepleri var. Taktik sebeplere fazla girmiyorum zira Almanya’nın iç siyasi dengeleriyle ilgili konular. Kaldı ki Türkiye siyaseti sağ olsun ‘taktik’lere bizi yeterince doyuruyor. Hezimetin stratejik sebepleri ise daha eski ve daha derin: 1995-1999 yılları arasında SPD Genel Başkanlığı yapan Oskar Lafontaine, bu ağır yenilginin gelişini daha 2000 yılında ‘Biz artık politik düzlemin arz tarafındayız, artık hepimiz neo-liberaliz.’ diyerek haber vermişti.
Sosyal demokrasinin kapitalizmle uzlaşması ve onun sınırlayıcısı değil rızacısı konumuna gelmesi, kendisine sırtını dönen sosyal demokrasiye halkın da sırtını dönmesi sonucunu doğurarak tüm dünyada sosyal demokrat partilerin oylarını eritti. Nihayetinde sosyal demokrasinin kalesi olan SPD’nin oyları yüzde 16’ya kadar düştü.
Ama bu meselenin yalnızca bir yüzü… Meselenin diğer yüzü ise kapitalizme teslim olan sosyal demokrasi ve onun partisi SPD’nin, bu tercihler bütünü nedeniyle rızaen boşalttığı siyaset alanının, kısmen de olsa aynı teslimiyeti göstermeyenlerce kısa sürede doldurulduğunun görülmesidir.
‘Artık hepimiz neo-liberaliz’ diyen Lafontaine, SDP’den istifa ederek sosyal demokrasiyi soldan eleştiren çeşitli isimlerle birlikte seçim ittifakları oluşturdu, Sol Parti’yi (Die Linke) kurarak parlamentoya taşınmasında önemli görevler üstlendi. Onun hem yoldaşı hem de eşi olan Sahra Wagenknecht ise yola BSW (Sahra Wagenknecht ittifakı) olarak devam etti ve bu iki parti, son seçimlerde yaklaşık yüzde 14 civarı oy aldılar.
Bu durum, daha önce SDP’ye oy verenlerin dâhil olduğu önemli bir seçmen kitlesinin merkezden uzaklaştığını işaret ediyor. Sol Parti ve BSW’nin topladığı oy, sosyal demokrasinin mevcut sorunlara yanıt üretememedeki başarısızlığının nedeninin, o sorunların nedeni olan kapitalizmle mücadele etmek yerine ona teslim olmasından kaynaklandığını düşünenlerin arttığına işaret ediyor. İşin içine merkez sağdan oy alan AfD’yi de eklediğimizde merkez siyasetin giderek alan kaybettiğini daha net bir şekilde görmek mümkün. Öyle ki, geçmişte oy toplamları yüzde 90’lara vardığı için ‘Büyük Koalisyon’ olarak adlandırılan merkez sol SPD ve merkez sağ CDU’nun son seçimdeki oy oranları toplamı yüzde 45’i bile bulamadı.
Yazının girişinde de sözünü ettiğim gibi eğer alt kimlik milliyetçiliğinin siyaset üzerindeki etkisi dağılırsa, bu durum ülkemizde dolaylı da olsa yeni ve Almanya örneğini verdiğim ve dünyanın geri kalanında da benzer şekillerde tezahür eden bir siyasi iklimin oluşmasına yol açacaktır. Bu da meselenin esasına, yani vahşi kapitalizm tarafından sürekli örselenen insanların sorunlarına odaklanma fırsatı yaratacaktır.
İşte bu paradigma değişimi, aynı Almanya’daki SPD gibi, kendini merkezde ve sosyal demokrat olarak tanımlayan CHP’yi ve bağlantılı olarak daha soldaki organizasyonları yeni bir tutum belirlemeye itebilir. Kapitalizmin yıkıcılığını ve yarattığı tahribi görmezden gelen her merkez partinin, durduğu yere bağlı olarak solundan ya da sağından baskı altına alındığı bir siyasi iklim çok uzak olmayabilir.
Bu yeni durum, nasıl olsa muhaliflerin gidebileceği başka bir yer olmadığı varsayımıyla siyasi mücadele alanının önemli bir bölümüne el koyarak oligarklaşan CHP’yi sarsacak, neoliberalizme teslim olanların koltuğunu sarsma potansiyeli üretebilecek, bu da, siyasi alanda yeni sözlerin duyulmasını kolaylaştırıp yeni konumlanmaların önünü açabilecektir kanaatindeyim. Bu yeni durumun yaratacağı sosyolojinin, sosyalist ve devrimciler açısından yeni bir dünya yaratma arayışına olumlu katkılar sunacağı anlamına gelmesi ihtimali de hiç uzak değil…
Birçok kişiye, siyasetin günlük hesapları içerisinde bu bahsettiklerim çok uzak gerçeklikler olarak görünecektir. Ancak yüz yıllık politikaların, ittifakların, ezberlerin birkaç günde dağıldığı günümüz dünyasında çok açıkça görülebilen trendlerin ve zamanın ruhunun önünde durabilecek hiçbir aktör, taktik, oluşum bulunmadığını yaşayarak hepimizin göreceğini düşünüyorum.
Türkiye sermayesinin iki lokomotifinden birisi olan ailenin genç bir üyesinin Forbes Türkiye’ye verdiği röportajda okuyuculara okuma tavsiyesi olarak, neredeyse yüz yıldır liberallerin kutsal kitabı olan Ayn Rand’ın Atlas Shrugged kitabını sanki yeni bir keşif yapmış gibi önerdiğini görünce ister istemez güldüm. Türkiye sermayesinin her jenerasyonda istikrarlı bir şekilde yeniden ürettiği vasatlık ve vizyonsuzluk, özellikle de dünya konjonktüründen aldığı desteğin de kesilmesiyle birlikte, bu rüzgarın karşısında durmasını imkansız hale getiriyor, gerisi sadece zaman meselesi..
TURGAY DEVECİ
Abdullah Öcalan’ın PKK’yı, ‘Yenilmedi ama gerekliliği de kalmadı’ şeklinde tarifleyerek yaptığı fesih çağrısı, 40 yıldan bu yana akıtılan kanın durdurulacağı umudu yarattı. Barışa amasız, fakatsız evet…
Evet de…
Biz bu filmi daha önce de seyretmiştik sanki. Türkiye kapitalizmi ne zaman krize girse ve eskiyeni yenisiyle değiştirmeye ihtiyaç duysa, mutlaka bir müdahalede bulunuluyor.
Hatırlayalım;
Halkın artan refahın paylaşımı ve özgürlük taleplerinin ‘iş işten geçmesin’ diye kısmen karşılandığı 27 Mayıs darbesinin yanıtı, ülke ekonomisinin küresel düzene entegre edilerek yağmasının önünün açılmasını savunan liberalizmden gelmiş, 12 Eylül öncesinde yaratılan şiddet darbe gerekçesi yapılmış ve ‘eskiyen Türkiye’nin yenisiyle değiştirilmesi zapturaptla sağlanmıştı.
Her iki darbeye de destek NATO ve batı başkentlerinden, yani emperyalizmin kalelerinden gelmişti. O Türkiye’de de ağır bir mülksüzleştirme programı Özal eliyle ve IMF ve Dünya bankası denetiminde tereyağından kıl çeker gibi sorunsuz gerçekleştirilmişti.
Aradan geçen yıllar içerisinde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kapitalizm, daha fazla kârın önünde biriken sorunlar nedeniyle ‘aksayan’ işleri, bu kez darbe yapmaya dahi gerek duymadan, meşhur vakıflar aracılığıyla sağlanan fonlar sayesinde satın alınan gazeteci, yazar, akademisyenlerce estirilen liberal esintiler yoluyla yalnızca zihinlerde yaratılan iklimin desteğiyle ve yine IMF ve Dünya Bankası denetiminde Kemal Derviş eliyle çözmüştü.
Hem dünyada hem de ülkemizde kapitalizmin, içine girdiği yeni birikim ve mülksüzleştirme sorunlarını aşmak adına ABD’de Trump başta olmak üzere aşırı sağ sopasıyla tüm halkların zihinlerine korku tohumları ekerek en akla gelmeyecek ihtimalleri göstermeye çalıştığı günümüzde, ülkemizin siyasi ve hukuki mimarisi de içinde bulunduğumuz bölgenin jeopolitiği gereği ortaya çıkan ‘fırsat’lar üzerinden şekillendirilmeye çalışılıyor diye düşünüyorum.
Çağrı için zemin oluşturan ile çağrıcı şeflerin her ikisinin de bir zamanların sağ/sol karşıtlığı gibi, zıt uçlu alt kimlikçi cenahtan olmalarına bakılacak olursa, Erdoğan’ın sözünü ettiği yeni Türkiye’ye rıza, kimlikçilik üzerinden üretilen sorunları, onu kullananlara çözdürerek sağlanmaya çalışılıyor. Yani bu kez ‘barış’tan murat edilen, hem yeni düzenin kurulmasına olanak sağlaması, hem de düzen için tehlike oluşturabilecek fay hatlarının kırılmasının önüne bir engel çekmesi, en azından yeni bir düzen için eski sorunların raftan indirilmesine ihtiyaç duyulana kadar…
Dolayısıyla çağrı, akan kanı durdurarak içeride ve bölgemizde yeni bir durumun inşasına olanak sağlamasına tekabül ediyor. Bu yeni durum, kazananlar için içeride iktidar erkinin devamını kolaylaştırırken, bölgemizde de (Suriye, Irak, Lübnan gibi) yeni sınırlar ve özellikle sermayeye bu sınırları kapsayan yeni hükümranlık alanları vadediyor. Tüm batı başkentlerinin bu yeni durumu hararetle alkışlamalarına bakılırsa bu ‘barış’a uluslararası finans kapitalin desteği ve onayının da alındığı anlaşılıyor.
Ülkemizde yaşanan tüm sorunların müsebbi olarak Erdoğan’ı gören/gösterenlerin kendilerini mi kandırdıkları yoksa bizi mi kandırmaya çalıştıklarının bir önemi var mı bilmiyorum ama tekrar belirmemde fayda var; Erdoğan bir siyasi fenomen, araç ve yaşananlar bir sonuç. Yani olumlu/olumsuz etkisi ve sorumluluğu sınırlı.
Bu ‘barış’ ile birlikte (eğer tamamına erdirilirse) ayyuka çıkacak olan bir başka gerçek ise, 40 yıllık bu süreçte yaşanan her şeyi olaylar ve kişiler üzerinden yorumlamak yerine, gelecekte de karşılaşacağımız sorunlara daha sistematik olarak, nedensellik bağlamında yaklaşmamızın hayati öneme sahip olduğu…
Bitirirken, çağrının sahibine (Bahçeli) yazılan teşekkür mektubunun altına imza atanların (Öcalan, Demirtaş, DEM, Kandil…), ona yaptıkları haksızlığı(!) telafi edebilmeleri için tarihte hapsolmuş olayları ve insanların da içinde hapsolmuş tarihi serbest bırakmak adına kısa bir hatırlatmada bulunmak istiyorum:
Bahçeli’nin Genel Başkanı olduğu MHP’nin kurucusu Alparslan Türkeş, ülkemizdeki ilk askeri darbe olan 27 Mayıs’ı gerçekleştiren ekibin bir üyesiydi. Türkeş 12 Eylül darbesi sonrasında da bir süre tutuklu kalsa da darbeye gerekçe gösterilen şiddetin iki tarafından biri olan MHP ve çeperindeki örgütlerin lideriydi. Dolayısıyla ilkinde olduğu gibi darbeyi yapanların içinde olmasa da, bu kez darbenin gerekçesi sayılan şiddetin iki tarafından birisi olarak rol sahibiydi.
Türkeş’ten bayrağı devralan Şef Bahçeli’nin de, ülkemizde yaşanan her tarihi kırılmada selefi Türkeş gibi işaretçi ya da irade sahibi olarak yer aldığı görülüyor. 2002’de ortağı olduğu hükümeti erken seçime zorlamış ve 2003’teki seçimlerde AKP iktidara gelmişti. O günden bu yana da (ister Erdoğan’ın yanında isterse de karşısında) düzenin her ihtiyaç duyduğu anda Bahçeli ‘işin’ içindeydi. Bunun yakın tarihteki en önemli örneklerinden birisi de Cumhurbaşkanlığı sistemine geçilmesini ve sistemin varlığını sürdürmesini sağlaması denilebilir.
Şimdi de yeni bir Türkiye inşası için ihtiyaç duyulan sosyolojik ortamı sağlamak adına, esasen zıtlığından beslendiği Kürt milliyetçiliğine barış teklifi yaparak, şimdiye kadar olduğu gibi, yukarıda anlattığım örneklere ek olarak, sistemin bir kez daha ‘kazasız belasız’ dönüşmesine aracılık ediyor…
Meseleleri, yaratmaya, korumaya ve yaşatmaya çalıştıkları düzenin aktörleri üzerinden okumak, çıkmaz bir yoldur. Günümüz insanına minik kuş muamelesi yapıp küçük ve önceden işlenmiş bilgi parçalarıyla ve kulağa en hoş geldiği için (mesela her kapıyı açma sihrine sahip barış gibi) en kolay yutulan yalanlarla beslemeye çalışan ekran bülbülleri ve onları fonlayanların her şeye cevapları var tabii, ama gerçeğe ulaşmak için daha çok soru sorulması gerekiyor…
Her zaman gölgelenmeye çalışılan esas gerçek ise hala ortada duruyor: Kaynakların ve refahın adil bölüşüldüğü, eğitimin ve sağlığın parasız ve insan onuruna yakışır bir yaşamın mümkün olduğu sömürüsüz bir gelecek mümkün…
TURGAY DEVECİ
Malum Esenyurt Belediyesi’ne terör, Beşiktaş Belediyesi’ne rüşvet ve yolsuzluk gerekçesiyle operasyon yapılması ve sonunda Erdoğan tarafından “Turpun büyüğü heybede” açıklaması, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanlığı koltuğunda oturan Özgür Özel tarafından, “Bu savaş ilanıdır ve kabul ediyoruz.” şeklinde yanıtlandı…
Türkiye’nin kırmızıya büründüğü 31 Mart seçimleri ile Erdoğan’ın bütün devlet imkânlarını kullanarak, Cumhuriyet Halk Partisi’ni belediyeler üzerinden suça bulaşmış ve kirli göstermeye çalıştığı bugün arasında sadece 9 ay 20 gün var.
Hemen herkes “Turpun büyüğü heybede” göndermesi ile İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun kastedildiğini konuşuyor. İstanbul’un yanında diğer belediyelerde de operasyon yapılıp yapılmayacağı bilinmemekle beraber, tek başına İstanbul’a operasyon dahi CHP’ye operasyon demektir. Peki, 31 Mart seçimlerinde ezici bir zafer kazanan CHP neyi doğru yap(a)madı da parti devletin ağır bir saldırısının altında eziliyor? Bu soruyu, Genel Başkan koltuğunda oturan Özgür Özel’in yanıtlaması gerekiyor…
İpucu olması bakımından, seçimlerin üzerinden geçen dokuz ayda Özel’in hata yaptığını ifade ettiğim ve yazılarımda değindiğim konular arasında 31 Mart sonrasında ne Parti Meclisi’ne, ne de MYK’ya danışmadan “Erken seçim talebimiz yok.” açıklaması yaparak, köşeye sıkışmış Erdoğan’ı genel seçimlere zorlayıp öldürücü darbeyi indir(e)memesi; halkın büyük öfkesini yansıtan yerel seçimlerin hemen ardından iktidarı sıkıştırıp uygulanacak kemer sıkma programı ile halkın ezilmesine karşı çıkmak için mücadele etmek yerine iktidarla halkın öfkesi arasına girmek anlamına geldiği bilinen ‘müzakere’ edilmesi gibi konular var…
Yaşananların, Özgür Özel ve yönetiminin süreci doğru okuyamama ve buna uygun bir irade gösterememesinden kaynaklandığı, güç toplamasına izin verilen iktidarın saldırılarına karşı partiyi açık hale getirdiği kanaatindeyim. Aynı şeyleri yeni baştan yazmaya gerek yok… 31 Mart seçimlerinden hemen sonra 14 Nisan’da yazdığım ‘Hemen seçim’ başlıklı yazımdan alıntılamak gerekirse:
“Seçim sonuçlarının seçmenin öfkesini yansıttığını kabul edecek olursak, normal şartlarda bundan sonra olması gereken aslında çok açık: Muhalefetin, ekonomik yıkımdan kaçarak kendisine sığınan seçmene can suyu olacak bir ekonomik ve sosyal politikalar seti sunarak, için için yanan seçmene iktidardan kurtulma fırsatı yaratması gerekiyor. Yarın değil, hemen bugün…”
xxx
“Hal böyleyken, çiçeği burnunda CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in, özellikle de henüz parti içinde tartışılıp politik bir gerekçeye dayandırılma fırsatı bile bulunamamışken erken seçim çağrısı yapmayacağını açıklaması manidar ve sorunlu görünüyor.”
xxx
“Seçmenin muhalefete sığındığı bu yangın ortamında rasyonel olan, ana muhalefet partisi liderinin, erken seçim istememe tavrı mı, yoksa kendilerini bu duruma düşüren politikaları uygulayanları bir daha asla sandıktan çıkamaz hale getirme fırsatını seçmenin önüne koymak mı olmalıdır?
Demokrasilerde rakibini alaşağı etmenin en meşru yöntemi sandıksa ve bunun için bütün şartlar oluşmuşsa, ana muhalefet partisini, iktidarı alaşağı ederek kendisine kredi açan yoksulları krizin faturasından koruyacak hamleden alıkoyan ne olabilir sorusu hayati önem taşıyor. Yazının başında da değindiğim gibi, bir cinayet işleneceğini herkes biliyorken bu sessizlik neden?
Nedeni şundan: Son kurultayda yaşanan ‘değişim’e rağmen, Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminde krizin faturasını halka ödetmek dışında bir alternatife inanan hiç kimse yok. Mehmet Şimşek’in koltuğuna bugün CHP ekonomi yönetiminden herhangi birini oturtsak, Şimşek’in yaptığından farklı hiçbir şey yapılma ihtimali bulunmuyor…
Dolayısıyla ‘Erken seçim çağrısı yapmıyoruz.’ mesajı, neoliberalizmin dogmaları dışında bir ekonomik politikası olmayan bir parti yönetiminin omurga refleksidir. Bugün erken seçim istememek, ‘Bizim farklı yapmayı vaat ettiğimiz hiçbir şey yok.’ demektir. ‘Kapitalizmin kriz-büyüme döngüsünün kriz dönemi bize denk gelmesin, ağzımızın tadı bozulmasının’ örtülü olarak kabulüdür.”
Askeri stratejide, başlangıçta yapılan hataların başa bela olmaya devam etmesiyle ilgili, “Yığınakta yapılan hata savaşın sonuna kadar sürer.” lafı vardır, ki siyasete uyarlaması da pek zor değil.
Buradan hareketle, Özel ve yönetiminin, partinin elde bulundurduğu avantajı erozyona uğratan, iktidarın toparlanmasına izin verip Erdoğan’ın savaş ilanına yol açan ölümcül yönetim hatalarının daha ağır sonuçlar üretmesinin önüne geçebilmek için Özel ve yönetiminin derhal olağanüstü kurultay çağrısı yapması ve güvenoyu talebinde bulunması ve içinde bulunulan sendeleme halinden çıkış için irade tazelemesi yapması gerekiyor.
Aksi takdirde tünelin ucundaki ışık giderek kararacak gibi görünüyor…
TURGAY DEVECİ
Oda TV’de Soner Yalçın’ın Sovyetler Birliği’ni çöküşe götüren parti yozlaşması (bürokratlaşma) ile AKP’nin iktidara geldiği günden günümüze geçirdiği değişimi anlattığı “Sovyetler Birliği’ni kim yıktı, AKP’nin çıkaracağı dersler” başlıklı yazısının özellikle “yeni insan” yaratamama başlığı üzerinden, tartışılmaya devam etmesinin yararlı olacağına inanıyorum.
Bu mesele, yani, yeni insan yaratamama, Sovyetler Birliği’nde Komünist Parti’yi sosyalizmin bayrak taşıyıcısı olması gerekirken tam da aksine sistemin yıkılmasına yol açacak derecede malul hale getirmişken, Türkiye’de 22 yıldan bu yana iktidarda olan Ak Parti’nin, Soner Yalçın’ın ifade ettiğinin aksine, bırakın bundan zerre olumsuz etkilenmesini, tam da bundan beslendiğini düşünüyorum. O zaman akla gelen ilk soru, aynı sorun, iki farklı ülke ve partide neden farklı sonuç üretebiliyor olacaktır.
Sovyetler Birliği’nde (ve Komünist Parti’de) yıkıcı bir etki yaratan “meselenin” Türkiye’de (AKP’de ve hatta CHP’de) tam tersi bir sonuç üretmesinin sebebi, bu partilerin farklı varlık nedenlerine sahip olması ile ilgili. Komünist Parti’nin bir düzen inşa etmek ve sosyalist sistemi beslemek için eskinin tutsağı olmayan, yenilikçi, farklı düşünebilen yeni insanlar yaratmaya ihtiyacı vardı – bunu başaramayınca yıkıldı (konu elbette bu kadar basit değil, ancak konudan sapmamak adına basitleştirmek gerekiyor).
Türkiye’deki siyasi partilerin görevleri ise statükoyu muhafaza etmek, kurulu düzene gereken rızayı sağlayacak meşruiyeti oluşturmak. Türkiye siyasetindeki ve ekonomisindeki kast sistemi değişim de istemiyor, yenilik de istemiyor. Bu şartlar altında ortaya ‘yeni insan’ çıkmaması bunun başarılamamasından değil, buna gerek duyulmamasından, bilakis aktif olarak engellenmesindendir…
Soner Yalçın’ın yazısının bana düşündürdüğü ikinci konu ise AKP’nin çeyrek asır sonra ortada olup olmayacağı konusu… Ben, mahallemizdeki flama taşıyıcılarının her seçim öncesi attığı “gitti gidiyor” sloganlarının aksine, AKP’nin bir çeyrek asır ve hatta daha da uzun süre (Erdoğan’dan çok daha sonrasına tekabül eden bir zaman diliminde) kurumsal ve fikri olarak ülkemizde etkili olacağını düşünüyorum. Zira bir siyasi parti olarak AKP, Erdoğan’ın şahsına sıkı sıkıya bağlı olsa da bir sosyolojik fenomen olarak AKP’nin ortaya çıkışı Erdoğan’la başlamadığı gibi onunla bitecek de değildir.
Bunun birinci sebebi, ülkemiz ve bölgemizde geçmiş yıllara göre daha kolay oluşturulabilen zihni iklimle, din, dil, mezhep ve kimlik gibi yapay ayrımlarla yaratılan hizalanmanın geçmişte öncüllerini ve bugün Erdoğan ve AKP’yi beslediği gibi, yarın da ardıllarını beslemeye devam edeceğini düşünmem. Yanlış anlaşılmasın, kimlik siyasetini, bu iklimi ve dolayısıyla hizalanmayı yaratan AKP değil, bu iklimin kaynağı ve yaratıcısı, ülkemizde ve bölgemizde dengeler nedeniyle onu değiştirmeyi şimdilik erteleyen Batı başkentleri, yani emperyalizm. Yine de, kimlik siyasetini yaratan Erdoğan olmasa da onun Türkiye’nin fay hatlarını siyasi mühendislik için kullanma dehası ve bu alanda açtığı yolları takip eden çok siyasetçi ve siyasi hareket olacağını öngörmek de zor değil…
Erdoğan sonrasına gitmeye dahi gerek olmadan bugünde kalırsak, AKP ve Erdoğan, neoliberal küresel nizamın emrindeki ılımlı İslam’ın bir ürünü olarak bu yolun temel gerekliliklerinden sapmadan görevini yapmaya devam ettiği sürece “iş almaya”, görev yapmaya devam edecektir, ki kendisi de bunun farkında görünüyor.
(Erdoğan’ı hafife alanlar için ufak bir dip not bırakmak gerekirse: Hakan Fidan France 24 kanalına yaptığı bir değerlendirmede, Putin’in iktidarda kalmayı öğrendiği için daha stratejik kararlar alabildiği yönündeki ifadeye dikkat edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aynı değerlendirmeyi Erdoğan için defalarca yaptığım için fazla uzatmaya gerek görmüyorum: Erdoğan da içerideki tahkimatını (MİT, TSK, polis, yargı, Merkez Bankası vs…) tamamlayabildiği ve tam kontrolü sağlayabildiği için, dışarıdan yapılan at değiştirme hamlelerine meydan okuyabildi. Dünya düzeninin ülke ve bölgemizdeki oyun kurucuları, farklı planlar yapmış olsalar da -içeride CHP ve altılı masa muhalefeti, bölgemizde de Suriye’deki gelişmeler gibi…- ona rol vermeye devam etmeye mecbur kalıyorlar…)
Erdoğan’ın, partisinin ve gelecekteki ardıllarının iktidarda kalmasının şart ve koşullarının oluşması için içeride ihtiyaç duyulan siyasi iklimin hazırlayıcıları sağ muhafazakâr toplum ya da seçmen olmadığı gibi, kimlik siyasetiyle Türkiye’nin fay hatları kaşınarak siyasetin bu kadar başarıyla dizayn edilmesinin suçlusu da seçmen değil. Bu iklimi en çok besleyenlerin, dolayısıyla koşulların en kayda değer yaratıcılarının, kendileri de bu zehre maruz kalan sol-liberal-entelektüeller olduğunu kaydetmek gerekiyor. Kimlik kaşımalarını fonlamak ya da her fırsatta elinde tuzlukla koşarak görünür kılmak, sermayesinin kontrol edildiği gazete ve televizyonlar ile “yararlı” haber sitelerinde istihdam edilenlerin birinci görevi… Dünyada ve ülkemizde sömürülerek yoksullaştırılan milyarlarca insanın arasına dil, din, kimlik, mezhep gibi ayrılık tohumları ekmek ve emperyalizmin rıza sağlayıcısı Sosyal Demokrasi’yi de çözüm olarak sunmak, geçtiğimiz on yılların en belirleyici faktörü oldu…
Tüm bunlara karşın, bu oyunun yalnızca Türkiye’de değil, tüm dünyada bozulmaya başladığı gerçeği de açıkça önümüzde duruyor. AKP’nin kuruluşunda ilan ettiği ilkelerinden giderek uzaklaştığı, bunun kendi içinde birbiriyle ilişkili birçok sorunu tetiklediği, bunun sonucu parti yönetiminin gittikçe içine kapandığı ve kitlelerden koptuğu görünen bir gerçek elbet. Ama bu, AKP’nin yeni insan yaratamamasından ya da hükümetin ilk yıllardaki gibi toplumda meşruiyet üretememesinden değil, uygulanan neoliberal politikaların yoksullaşan kitlelerde biriktirdiği öfkenin kontrolünün gittikçe zorlaşmasındandır. Yani AKP’nin gittikçe marjinal hale gelmesi ve öfkeyi kontrol etmekte zorlanmasının, rıza üretecek yeni insan yaratmamasından da değil, iktidarını devam ettirmesi için gereken tüketiciyi yaratmakta sıkıntı çekmesinden olduğunu düşünüyorum.
Sovyetlerle başladık, öyle bitirelim… Sosyalizm, bazen vaaz edildiği üzere yıkılması kaçınılmaz olduğu için yıkılmadı; aksine, onu yaşatmakla görevli olanların bizzat kapitalizmin hizmetine girip teslim olmaları nedeniyle kesintiye uğradı. Türkiye’de de karanlık kaçınılmaz olduğu için değil, ona meydan okuması gerekenlerin aidiyetleri yanlış yerlerde olduğu için aralanamıyor.
Ancak gereken formül ortada: Yeni insanlar, yeni fikirler, yeni yaklaşımlar. Zaman ise lehte akmaya devam ediyor…
TURGAY DEVECİ
Süper liği takip eden futbol taraftarları arasında Beşiktaş’ın küme düşmesi neredeyse kesinleşmiş ADS’ye yenilmesi futbol ile ilgili ilgisiz bir çok kesimde dikkat çekmiştir. Bu yenilgiye şaşıran ve de özellikle üzülenler çoğunluktadır.
Ama şaşıran ve üzülenler başta olmak üzere herkesin bilmesi gereken bir gerçek var ki Beşiktaş sadece bir futbol kulübüne karşı değil çok zor zamanlarda ve ancak tarihin belli dönemlerinde vücut bulabilecek bir şehrin ruhuyla karşılaştı. Ortaya çıkan sonuç da bunun karşısındaki için kaçınılmaz olacaktı.
KİR, SUÇ; FUTBOL
Yok, 1932’den 1968’e kadar Portekiz’in idaresini elinde tutan faşist diktatör António de Oliveira Salazar’ın rejiminin fado ve fatima ile birlikte üç dayanağından biri olduğu gerçeği ile özdeşleşen futbolu kutsayacak değilim.. (Portekizce: três F de Salazar)
Futbol’un, kulüpler arasındaki karşılaşmalarının skor dışındaki gri alanına yoğunlaşıldığında, kendini ya da otoritesi için kitlelerde meşruiyet arayanlar dahil bir çok kişinin futbol kulübü başkanlığı ya da sahipliği yaptığı sık karşılaşılan bir durum olduğu ortada.
Üstelik ‘Kire ve suça’ bulaşmış bir takım insanların da taraftar guruplarında adının geçtiği ve bunlardan bazılarının adlarının cinayete karıştığı da günümüzde vakayı adiyeden…
Evet, tamam, üstüne üstlük tüm bunların da yanında, futbol bir endüstri…
ADS SADECE FUTBOL KULÜBÜ DEĞİLDİR
Evet, biliniyor ki;
ADS daha iki sezon öncesine kadar bir dernek statüsündeydi. Adanalılar için, başkanların, yönetim kurulu üyelerinin isimleri hiç önemli olmadı ;çünkü biri geliyor, diğeri gidiyordu. Takımın hangi kümede olduğu ve hangi sonucu aldığından bağımsız olarak herkesin ortak ruhuydu ADS.
Gel zaman git zaman, çoğu yerde olduğu gibi Adana’da da avantadan geçinen bir küme oluştu ve onların teşviki ile Adana Demir Spor’un, karşı çıkanlar bir şekilde susturularak, şirketleşmesi gerçekleştirildi.
Nedendir bilmiyorum ama, belki iyi niyetle, işadamı Murat Sancak bu yola girerek kulüp için olağanüstü paralar harcamaya başladı. Kulüp sahibi (her iş adamı gibi) işler kötü gitmeye başlayınca da, bence de, haklı olarak şirket için harcadığı paralarını çıkarmaya çalıştı ve bu nedenle de iyi futbolcular bir bir elden çıkarılmaya başladı… Başarılı olan oyuncular takımdan gidince daha kötü sonuçlar alınmaya başlandı, kötü sonuçlar takımın birliğini bozdu bu da krizi süreklileştirdi…
ADS ADANA’DIR
Kötü gidiş nereye kadar sürer, bu ADS’nin küme düşmesine mi tekabül eder bilinmez ama, bırakalım süper liği, 1’nci, 2’nci, 3. liği görmüş ADS’liler için amatör küme maçları bile yeterken olacakların olanlardan daha kötü sayılacağını düşünmüyorum.
Çünkü ADS, Adanalılar açısından, sadece bir futbol takımı değil, onun ismi ile özdeşleşen bir umut, heyecan selidir…
Köylerinden, şehirlerinden iş ve aş umuduyla kopup gelerek Adana’nın gecekondu mahalleleri Denizli, İsmetpaşa, Yeşilevler, Kiremithane, Yavuzlar, Sinanpaşa, Sepici, köprülü mahallelerini kurup fabrikalarda çalışır ve hafta sonları hep beraber türküler marşlar söyleyerek kolkola omuz omuza yürüyüşün adıdır ADS…
Şimdi o yürüyüş kolunda onların çocukları, torunları var ve Adanalılar için ADS bir araya gelmenin tohumu, başkaldırıyı ve direnişi örgütlemenin diğer adıdır… Beşiktaşlılar için de!
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.