Geçtiğimiz gün MHP Adana İl
Başkanı Yusuf Kanlı’nın, “Terörsüz
Türkiye İçin Millî Birlik ve Dayanışma Buluşmaları” kapsamında
yaptığı açıklamaları dikkatle dinledim. Özellikle Filistin meselesiyle
ilgili söyledikleri ve Kürt sorununun
İsrail planı olduğuna dair iddiaları
üzerine biraz durmak gerekiyor.
Kanlı, İsrail’in Ortadoğu’daki planlarının temelinde, Irak ve Suriye’de
küçük Kürdistanlar kurarak, nihayetinde Türkiye’yi de içine alacak
şekilde bir “Büyük Kürdistan” projesi olduğunu yolunda sözler söylemişti. Elbette bu, yıllardır çeşitli
çevrelerin sıklıkla tekrar ettiği bir
tez. Ancak bu noktada sorulması
gereken şu: Gerçekten mesele yalnızca İsrail mi?
Bu tür söylemler kulağa çarpıcı
gelebilir ama tarihsel gerçeklerle
örtüşmediğinde, toplumsal algıyı
yanlış yönlendirir. Bugün Ortadoğu’da bir Kürt devleti kurma fikri,
İsrail’in ya da Netanyahu’nun şahsi
planı değildir. Bu proje, İsrail devleti daha kurulmadan çok önce,
Osmanlı İmparatorluğu’nun son
dönemlerinde masadaydı. Asıl mimarlar; İngiltere, Fransa, Almanya
ve Rusya gibi Batılı emperyalist
güçlerdir. Hatta bu sürece Yunanistan ve Ermenistan gibi daha küçük
devletler de zamanla katılmıştır.
Özellikle Sevr Anlaşması’nda
bağımsız bir Kürdistan’ın öngörülmesi, bu planların somut örneklerinden biridir. 1919 Paris Barış
Konferansı’nda, Mezopotamya ve
Ermenistan arasında kalan bölge
için “Kürdistan” adının bizzat İngiliz
Başbakanı Lloyd George tarafından zikredildiği tarihsel bir gerçektir. Percy Cox ve Şerif Paşa’nın
Cenevre’de yaptığı görüşmelerde
Musul çevresinde İngiliz himayesinde bir Kürt devleti oluşturma
planı ise bu sürecin derinliğini göstermektedir.
Kürt ayrılıkçılığı meselesi yalnızca bugünün değil, yüzyılı aşkın
süredir süren bir proje. Bugün hâlâ
süregelen bu proje, esasen Ortadoğu’nun parçalanmasını ve Batı
güdümünde yeni uydu devletçikler
kurulmasını hedeflemektedir. Dolayısıyla, bu çok uluslu emperyal
planı yalnızca bir devlete, özellikle
de “İsrail”e indirgemek hem hatalı
hem de yanıltıcıdır.
Tarihten örnek vermek gerekirse, neredeyse Cumhur İttifakı’nın
bir parçası gibi sunulan Sultan
Vahdettin’in bile Kürdistan kurulması karşılığında yeniden halife
ilan edilmek istediği; Mevlanazade
Rıfat gibi figürlerle bu yönde görüşmeler yaptığı arşiv belgelerinde
yer almaktadır. Bu durum, meselenin ne denli eski ve derin olduğunu
ortaya koymaktadır.
Bugün “gerçek düşman”ı tespit etmek her zamankinden daha
önemlidir. Eğer asıl sorumlular olan
emperyalist aktörleri göz ardı edip,
tüm suçu tek bir devlete ya da güncel siyasi figürlere yüklersek, Don
Kişot’un yel değirmenlerine saldırmasından farkımız kalmaz.
Oysa bizim karşımızda, yüz
yıl öncesinden planlanmış, çok
uluslu, derin ve hâlâ aktif bir proje
duruyor.
Filistin davasını desteklemek
ayrı, Türkiye’nin iç güvenlik ve
ulusal bütünlük sorunlarını sağlıklı
bir şekilde analiz etmek ayrıdır. Bu
iki konunun birbirine karıştırılması,
hem Filistin’e hem Türkiye’ye zarar
verir. Unutulmamalıdır ki, yanlış
teşhis, yanlış tedaviyi getirir. Ve
yanlış tedavi, hastalığı daha da
azdırır.
Sonuç olarak; Kürt ayrılıkçılığı
üzerinden şekillenen Ortadoğu
planlarının arkasındaki esas güçleri görmek, kısa vadeli siyasi
argümanların ötesine geçmekle
mümkündür.
Gerçekleri çarpıtmak, süreci
sulandırmak isteyenlere karşı en
güçlü duruş, tarihle yüzleşmek ve
doğruyu cesurca söylemektir.
EMEKLİ GAZETECİYE SABAH SÜRPRİZİ
Dün sabah belediye
otobüsünü
bekliyorum.
Hava sabah
sabah hafiften serin,
ama ben
daha çok
ayılmaya çalışıyorum. Gözüm
otobüsün geleceği yolda, kulaklarımsa iç sesimi susturmaya
çalışıyor: “Mevlüt, hâlâ neden
sabahın köründe durakta bekliyorsun, emekli oldun sen be
adam!”
Tam o sırada yaşlıca bir hanım abla yanaştı durağa. Elinde
bez torbası, başında yazması…
Yanıma geldi, gülümsedi ve dedi
ki:
— Selamün aleyküm evladım.
Ben de refleksle:
— Merhaba teyze, dedim.
Bak şimdi, daha selamlaşmada
anlaşamadık.
Sonra kadın birden röportaj
yapar gibi sordu:
— Sen ne iş yapıyorsun bakalım?
Dedim ki:
— Emekli gazeteciyim.
Bir durdu, başını salladı, gözlerini kısıp “hassas haber” almış
gibi yaklaştı:
— Aman oğlum dikkat et ha!
Bugünlerde gazetecileri içeri
atıyorlarmış.
Şaşırdım tabii. Teyze sanki
sabah haber bülteninden çıkmış
gelmiş. Bir yandan da hoşuma
gitmedi değil. Düşünsene, hiç
tanımadığım bir insan, hiç tanımadığı bir gazetecinin cezaevine
düşme ihtimaline üzülüyor. Vallahi o an düşündüm de, biz gazeteciler bu kadar seviliyorduk da
bizim mi haberimiz yoktu?
Kadıncağızın gözlerindeki
ciddiyet beni sarstı. Bir an dedim
ki kendi kendime:
— Mevlüt, sen bu insanları yarı
yolda bırakma. Hadi bakalım,
dön aktif gazeteciliğe!
Ama sonra iç sesim yine araya
girdi:
— Boş yapma Mevlüt, sabah
sabah romantikliğin lüzumu yok.
Git evde çay koy, Sudoku çöz.
Kendi kendime bir güzel nasihat verdim:
— Gazetecilik bitti, git artık başka işlere bak. Mesela muhtar
adayı falan ol. En azından kimse
seni içeri atmaz, belki çay da
ısmarlarlar.
Neyse, otobüs geldi, ben binmeden önce teyzeye dedim ki:
— Sen yine de dikkat et teyze,
bugünlerde vatandaşlar da her
şeyi çok biliyor.
Güldü.
— Oğlum biz de emekli öğretmeniz, her şeyi az çok biliriz.
Sabah sabah demokrasi,
endişe, gazetecilik ve bez torba
sponsorluğunda yapılmış müthiş
bir sohbet oldu. İnsan bazen bir
durakta hayatla röportaj yapabiliyor.
GÖRMEZDEN GELDİĞİM ÇOCUK
Mete…
Adını duyduğumda bile içimde bir şey sızlıyor
artık.
Oysa bir zamanlar onun varlığını
bile fark etmemeye çalışırdım.
Sadece görmezden gelmekle kalmaz, arkadaşlarıma da aynı şeyi
yapmaları için sessiz baskılar yapardım.
Ne büyük bir kibir…
Mete bizim sınıftaydı. Mahallemizdeydi. Yan dairedeydi hatta.
Ama sanki başka bir dünyadaydı.
Sessiz, içine kapanık, çelimsiz…
Ama çok akıllı.
Bu beni rahatsız ederdi.
Nedensiz bir rekabet hissi.
Bir çocuğun bile açıklayamayacağı
bir duygu: kıskanmak.
Annem babam daha iyi koşullarda yaşadığımızı hatırlatırdı hep.
“Sen onlardan farklısın kızım,” derdi annem.
Ama işte, farklı olmak bazen kötü
olmak demekmiş, bunu çok sonra
anladım.
Bir gün öğretmene gidip, onunla aynı sınıfta olmak istemediğimi
söyledim.
Sebep yoktu aslında.
Ama sanki onun varlığı, benim yerimi tehdit ediyordu.
Bunu anlatmak zor.
Bir çocuk neden sessiz bir çocuğu
tehdit olarak görür?
Yıllar geçti.
Mete hep sessiz kaldı.
Hiçbirimize tek kelime etmedi.
Ne cevap verdi, ne karşılık verdi.
Ama biriktirdi.
Biriktirdiğini sonradan fark ettim.
Lise sona geldiğimizde biz
dershanedeydik, Mete gazete bayiindeydi.
Biz sorular çözerken o evdeydi.
Ama o sınavda bizim önümüze
geçti.
Ankara’yı kazandı.
Biz kazanamadık.
Üniversiteye gidince adını duymamaya başladık.
O yoktu artık.
Mahalledeydi evi ama sokaklarımızdan biri değildi sanki.
İkinci yıl döndüğünde, bir kafede arkadaşlarla otururken onu
caddede yürürken gördüm.
Duraksadım.
İçimden bir şey “konuş” dedi.
Ellerim titredi.
Yıllar sonra gelen cesaretle seslendim:
“Mete! Gel otur, bir kahve iç bizimle!”
Durdu.
Baktı.
Ne yüzümdeki pişmanlığı gördü,
ne sesimdeki değişikliği duydu.
Belki hepsini gördü ama görmek
istemedi.
Ve yürüdü.
O an içimden bir şey koptu.
Bir çocukluğun tüm sessizliği, bir
adamın yürüyüşünde yankılandı.
Bazen bir selam eksiktir, yıllar
sonra bile tamamlanmaz.
Bazen bir kelime eksiktir, en çok
onu özlersin.
Ve bazen bir masaya kimse oturmaz. Çünkü geçmiş, sandalyesini
çoktan devirmiştir.
ADANA
Az önceADANA
Az önceADANA
Az önceADANA
Az önceADANA
Az önceADANA
Az önceADANA
Az önceVeri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.