30 Haziran 2025 Pazartesi
Orta çağın en şirin ve en kadim şehri, Arnavut kaldırımlı yolları, insanın yüzünü kesen buz gibi soğuk havası, kan kırmızı çatıları ve benzersiz kuleleri ile Baltık ülkelerinin en küçük Ülkesi Estonya ve bu şehrin başkenti Tallinn’i sizler için gezdik.
Türkiye’den yaklaşık 3,5 saatlik bir uçuştan sonra Lennarthavaalanına varıyoruz. Estonyalı şair GustavsüitsinEstonyalı olun ama Avrupalı kalın sözünü duyar gibi şehri keşfetmeye Kaleden başladık.
Şehri gezerken ilk önce şehrin isminin ne anlama geldiğini öğrenmek için yerel rehberimize şehrin ismini sorduk. Tal-li-nn yani Danimarka kasabası anlamına geliyormuş, 1219 yılında Danimarkalılartarafından kurulmuş olan bukadim şehir, o kadar el değiştirmiş ki, 1920 de Rusların egemenliğine girmiş ve bu yüzden olsa gerek şehrin her noktasında tarihten farklı izler taşıyor.
Estonya Bayrağının rengi ve bu renklerin anlamı; (Mavi Renk: Gökyüzü, Göller ve Umudu) , (Ortadaki Siyah Renk: Verimli toprakları, 700 yıllık esaret ve Köleliği) , Alttaki Beyaz Renk: (Eğitim, Aydınlık, Kar ve Beyaz geceleri temsil eder.)
Tallinn,Toompea tepesi ve şehir meydanı olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Gezi rotamızı Toompea tepesine çevirip kısacak adı verilen dar sokaklardan geçerek, 15. Yy da kurulmuş olan şehrin sınır kapısına geliyoruz. Mevsim sonbahar olmasına rağmen, sokaklarını adımlarken, soğuktan adeta nefesimiz kesilecek gibi hissediyoruz. Bu tarihi kapı şehrin içinde Şövalyeler ve tüccarlar arasında geçişlerin engellenmesi için dönemin şövalyeleri tarafından kurulmuş. Kapıdan içeri girince, her an Orta çağ şövalyeleri sizi karşılayacakmış gibi bir hisse kapılıyorsunuz. Kapının üzerinde bulunan Meryem Ana ile İsa ikonu, şehre hem mistik hem de kutsallık katmış gibi duruyor. Bu ikon Dünyada açık havada kalan tek kutsal resim olma özelliği taşıyor. Sınırın hemen yanı başında Danimarka kralı bahçesi yer alıyor, burası Danimarka milli bayrağının hikayesinin yazıldığı yer olarak biliniyor. Burada fotoğraf molası sonrası Rakkojaplace yani belediye meydanına geçiyoruz, burası adeta şehrin kalbinin attığı yer konumunda, eski Pazar yeri olan bu meydan şimdinin etkinlik ve buluşma yeri olmuş, hediyelik eşya, giyecek ve içecek alabileceğiniz harika bir yer. Her tarafı Orta çağ kokan bu şehir meydanı doyumsuz manzara ve tarihi yapıları ile insanı adeta büyülüyor. 1422’den şimdiye kadar işlerliğini sürdüren Avrupa’nın en eski Eczanesi ve bembeyaz duvarında Tallinn’inin en eski duvar saatine ev sahipliği yapan sekizgen kulesi ile 14. Yy Kutsal Ruh kilisesi, görüntüsü ile nefes kesici ve bir o kadar da büyüleyici endamı ile sizi karşılıyor.
Saat kulesinin hemen karşısında, 15. Yy dikilmiş dünyanın ilk Noel ağacı bulunuyor. Büyüleyici şehir gezimize 1894 yılında Çar Alexander’in yaptırdığı ve halen Moskova Patrikhanesine bağlı Rus Ortodoks kilisesi şehrin en güzel yapılarından biri. Soğan halkalarını andıran klasik Rus mimarisi olan yapı, Kızıl meydandaki Aziz Vasil Katedralini andırıyor. Kubbelerinde bulunan Haç‘ın altında bulunan Hilaller ise Osmanlıya karşı kazanılan zaferleri simgeliyor. BuKilisenin Etkisinde kalarak buradan ayrılıp, bu sefer rotamızı eskiden kuru ot pazarı olarak bilinen Özgürlük meyanına çeviriyoruz, Burası Tallinn’inin mutlaka görülmesi gereken yerlerinden biridir. Meydana 1910 yılında deli Petro’nun 3 metrelik heykeli dikilmiş, 1918 yılında kaldırılan heykelin yapıldığı metal eritilerek Estonia parası basılmış. Meydanda özgürlüğü simgeleyen Haçlı bir kolon adeta zaferi haykırırcasına bizleri karşılıyor. O kadar ince düşünülüp dizayn edilmiş ki, Özgürlüğün kolay kırılabileceğini ifade etmek için kolon camdan yapıldığı söyleniyor.
Akşam karanlığının çökmesi ve buz gibi havanın etkisi ile bu doyumsuz ve unutulmaz gezimizi burada bitirip konakladığımız otelimize dönüş yapıyoruz.
Bir daha ki Dünyada kaybolmak yazı dizimizle buluşmak üzere… insan kaybolmadıkça kendini bulamaz….
Dünya’nın en eski, en kadim, Anadolu’nun inanç ve kültür beşiği Tarsus, ilk bakışta insanı binlerce yıl öncesinin izlerine götürür.
Şahmeran, Yedi Uyurlar, Orpheus gibi efsanelere kaynak olan Tarsus, Anadolu’nun kültürel zenginlikleriyle Türkiye’nin unutulmuş ama bir o kadar da merak ve heyecan uyandıran gizemli şehirlerinden biridir.
Kentleri anlamak için okumak yetmez, o şehrin ruhunu hissetmek için, aynı zamanda gezmek gerekir.Geçmişten günümüze kalan izleri sürmek gerekir: Evler, yollar, sokaklar… Kütüphane, hamam, köprü, sarnıç, sur, agora, gymnasium, tapınaklar… Sokaklarını, caddelerini ve havasını da solumak lazım. İşte Tarsus’ta, tam da ruhu olan ve insanı mistik havası ile cezbedip kendine aşık eden şehirlerden birisidir.
Torosların engin ve özgür ruhlu Enculüs dağının yedi uyurlara şefkatlı kucağını açıp 309 yıl sarıp sarmaladığı gibi, Tarsus da, sizi karşılarken, o sıcaklığı ve şefkati size hissettiriyor.
Şehrin ruhundaki aşk, taa Mısır Kraliçesi Kleopatra ile Romalı Komutan Marcus Antonius’un buluşmasına kadar dayanıyor, çünkü bu şehir, sevda şehri. Bu şehirde, Sant Pauls İsa’nın dinine aşık oldu, Hz. Adem’in sevgisine mazhar olan ve Adem varisi Hz:Şit’in ayak izlerini taşır bu şehir. Abbasi Halifesi Harun Reşid’in göz bebeği ve Abbasi halifesi Me’mun’u bağrında saklar bu şehir. Zengin birki örtüsü ve ender endemik bitkileri ile Lokman Hekim’e ölümsüzlük formülünü yazdıran şifalı bir şehirdir Tarsus.
Ezanı okuyan ilk insan ve islam dininin ilk müezzini Bilal-i Habeş’e ev sahipliği yapan Tarsus, İlklerin ve enlerin şehri olma gibi bir şerefe sahiptir. Adı gibi soğuk ve özgür, deli dolu akan Berdan çayının nazlı gelini Tarsus şelalesi ile süslü, Anadolu’nun en çok tarihi turistik tabelaya sahip olan, Dinlerin,Dillerin ve Kültürlerin aynasıdır Tarsus.
Ölmeden görülmesi gereken en nadide, en nazlı, birçok dine, Peygambere, Veli ve Krala ev sahipliği yapmış mistik, bir o kadar da büyüleyici şehri mutlaka ziyaret edin…
Tarihin sıfır noktasından 9.600 yıl önce, yani 12 bin yıllık bir tarihten söz ediyoruz. Daha çanak çömleğin icat edilmediği bir zaman diliminde inşa edilen göbekli tepe, bugüne kadar yazılan tarih kitaplarının ve insanoğlunun ezberini sil baştan sorgulamasına, tarihin bir sonraki keşfe kadar yeniden yazılmasını gerektiren bir buluş hikayesidir göbeklitepe.
Göbeklitepe; Sadece Türkiye’de değil bütün dünyada yankı uyandıran bir hazinedir.
Şanlıurfa’nın 18-22 km kuzeydoğusunda ,Örencik Köyü yakınlarında bulunan Göbeklitepe tarihin gizemli saklı bir hazinesi misali,günden güne dikkatleri üzerine çekiyor.
Bu saklı hazine;İngiltere’deki Stonehenge’den yaklaşık 7000,Mısır piramitlerinden 7500 yıl ve adı dünya’nın en eski tapınakları ile anılan Malta Megalitik tapınaklarından 6000 yıl daha eski olan Göbeklitepe,1995 yılından bugüne kadar yürütülen kazı çalışmalarının ışığında insanoğluna sunulacak yepyeni hikayeler olarak arkeoloların karşısında duruyor.
2011 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Geçici Listesi’ne alınan ve 1963 yılında öyküsü başlayan Bu gizemli buluş,İstanbul ve Chicago Üniversitesi’nin yürüttüğü bir çalışma ile silkinip gün yüzüne çıkmaya başladı, ancak önemi anlaşılamayan bu keşifin üzerine pek durulmadı.
Her nekadar 1980 yılında ABD’li arkeolog Peter Benedict makalesine konu etti ise de yine de üzerine pek durulmadı.Bu gizemli hazinenin kaderi 1983 yılında tarlasını süren Mahmut Kılıç’ın ,oymalı taşı müzeye götürmesi ile değişmeye başlıyor.1995 yılında da Alman arkeolog Prof Klaus Schmidt’in kazısı ile bir tepe üzerinde inşa edilmiş çok sayıda yuvarlak,oval ve spiral biçimli yapılar keşfederek dünya tarih ezberini sil baştan değiştirmiş oldu.
Geçmişten geleceğe Taş Devri Tapınakları ardı ardına dün yüzüne çıkıyor.
Bugüne kadar yapılan kazılarda,yüzey araştırmalarında 20 adet olduğu tespit edilen tapınakların yalnızca altı tanesi gün yüzüne çıkarılmış olması bu devasal keşfin büyüklüğünü de ortaya koymuş oluyor.2014 yılında hayatını kaybeden Prof. Klaus Schmidt’e göre buluntular arasında yaşam kanıtlarına rastlanmaması bu kutsal mekanın tören alanı olarak yapıldığını gösteriyor ve burasının taş devri tapınaklarından olduğuna dair ortaya tez atıyor.
GÖBEKLİTEPE’DE ’T” İNSANLAR, tarihin akışını değiştiren keşfin ispatıdır.
Geçmişin karanlığına ışık tutan bu yapılar, boyutları ve ağırlıkları ile hem merak hem de şaşkınlık uyandırıyor.Bu esrarengiz yapıların ortak özellikleri, merkezinde T biçiminde iki büyük sütunun bulunması ve etrafında küçük T şeklindeki sütunlarla çevrili olması. 3-6 metre boyunda ve 40 ila 60 ton ağırlığındaki yüz yüze bakan bu sütunları, Akeologlar, ortada bulunan ve üzerinde kollar,eller ve giysi şeklinde kabartmalar bulunan bu T biçimli dikili taşların stilize edilmiş insan tasvirleri olduğunu düşünüyor.İlkel el aletlerinden başka bir aletin bulunmadığı kabul edilen bir dönemde bu büyüklükte yapıların nasıl taşındığı ve dikildiği ise halen sır gibi esrarını koruyor.
Burada ortaya çıkartılan başka ilginç buluntular ise hayvan ve kafası olmayan insan kabartmaları,Kurt kafası,yaban domuzu,turna,boğa,yaban ördeği,leylek,tilki,yılan,akrep,yaban koyunu,aslan ve örümceklerin tasvir edilmesi ile adeta hayvan bahçesini andırıyor olması.Bu eserlerin şekillenmesinde çakmak taşı kullanıldığı tahmin ediliyor.
SIVI İLE YAPILAN TÖRENLER BELKİ DE TAPINAĞIN ISPATIDIR.
Gizemleri ile bizleri şaşırtan Göbeklitepe’deki en dikkat çekici bulgulardan biri de,150 litreden fazla sıvı alabilen dibekler,Arkeologlar, bu dibeklerin-kan,su veya içki-ne olduğu henüz bilinmeyen bir sıvının tapınaklarda yapılan törenlerin bir parçası olduğunu düşünmektedir.Bu denli korunmuş bir şekilde günümüze kadar gelmesi Arkeologları ve hatta tarihin akışını şaşırtan bir başka konudur.
Yapılış tarihinden yaklaşık bin yıl sonra tamamen gömüldüğü tahmin edilen bu hazinenin neden ve nasıl gömüldüğü de başka merak ve araştırma konusu olarak gizem listesinde yerini koruyor.
TARIM MI TAPINAK VE TÖREN Mİ? BİR BAŞKA EZBER BOZAN SORU.
Bilim adamlarının üzerinde çalıştığı en önemli önermelerden biri de bu olsa gerek. Tarih biliminin bize sunduğu insanoğlunun tarımla yerleşik hayata geçtiği ve uygarlığın geliştiği fikrini bu keşif altüst etti.Göbeklitepe’nin babası Klaus Schmidt, avcı ve toplayıcı toplulukların Göbeklitepe gibi merkezlerde sürekli bir araya gelmeleri sonucu yerleşik hayata geçildiğini savunuyor.İnsanoğlu için yaşam kaynağı sayılan ve yüzlerce genetik versiyonu olan kültür bitkisi buğdayın atasının da ilk olarak göbeklitepe eteklerinde yetiştirildiği düşünülmektedir.
Göbeklitepe;önemli bir buluş ve keşif olmasının yanı sıra,büyük bir gizem olarakta halen esrarını koruyor
Tarsus farklı dillerde farklı anlamlar alan ve şiirimsi yönü olan bir şehirdir
Tarsus bir sevdadır;Kültürlerin dinlerle buluşup dile geldiği masalımsı bir şehirdir,üç dinin muhabbetle buluştuğu bir kervansaraydır.
Dünü,bugünü ve yarını ile bizlere ışık tutan hazinedir. Tarsus,insanoğluna Anadolu’da kapılarını açan en eski şehirdir.Aynı zamanda,Roma devletinin en çok önem verdiği yerlerden biri olan Kilikya’nın da Başkentidir Tarsus.
Tarsus’un geçmişi taa yeni taş çağına kadar uzanmaktadır,Kent’in hem ismi hem de kurulduğu yer açısından adı gibi esrarengiz bir şehirdır,tarihte hep paylaşılamayan şehir olarak bilinmektedir,
Asur,Pers derken,Batıdan doğuya bütün cihana hakim olmaya çalışan Helenizm’in babası Büyük İskender’in bile ölüm sebebi olan bir şehirdir.M.Ö 333 yılında asya seferi için Gülek boğazını aşıp Tarsus düzlüğüne inen İskender,Antik tarihçilere göre Adını Araplardan alan Baradin(Berdan) çayına terli olarak Tarsus şelalesinde yıkanması ile hastalandığı ve yolda giderken öldüğünü yazarlar.Doğusunda Adana,Batısında Mersin,sırtını Toroslara yaslamış ve kucağını akdenize çamış olan tarihi kent,dününde Kilikya’ya başkentlik yaptığı gibi çok kısa bir gelecekte Turizm’e başkentlik yapmak için sabırsızlıkla bekleyen gizemli bir hazinedir.
Kimler gelip geçmedi ki bu şehirden, Bir süre Asur egemenliğinde kalan yöre, daha sonra Persler’in,MÖ 333’te ise Alexander’in (Büyük İskender) yönetimine geçmişti. MÖ 66’da Kilikya bir Roma vilayeti olunca, Tarsus’ta bölgenin merkezi durumuna getirilmiştir. Tarsus bu dönemde büyük bir gelişme gösterdi
Roma,Bizans,Arap,Selçuklu,Haçlılar,Osmanlı ve daha niceleri,şehrin sokaklarını adımlarken sanki her an karşınıza geçmişten biri çıkıp rehberlik edecekmiş gibi kendinizi hissedersiniz
Bu büyülü kent’e hayat veren,geniş düzlüklerine ismini bağışlayan Berdan çayından güzelliğini, ve büyüsünü alır.Berdan ovasında (Tarsus ovası) kendi kabuğuna sığmayan ve gün geçtikçe bir çekim merkezi,cazibe kenti olan şehir kuzeye dogru engebeli arazi boyunca son yıllarda hızla gelişmektedir. Çok zengin bir tarihi olup,adeta saklı hazine gibi keşfedilmeyi bekliyor,bazı dini inançlar yönünden önemli bir kenttir.Bu kent dillerin,dinlerin ve kültürlerin şehridir. Kuran’ın Kehf Suresinde geçen 390 yıl bir mağarada uyuyan 7 can,7 Allah sevdalısı olan Ashab-ı Kehf (Yedi Uyurlar)’e ev sahipliği yapmış, İncil (Yeni Ahit)’in yazarlarından biri olan Pavlus’un doğduğu şehirdir Tarsus . Mistik bir atmosfere sahip olan şehir Hristiyanlarca da hac yeri olarak kabul edilmektedir. Kudüs’teki Kıyamet Kilisesinden sonraki Anadolu da en kutsal kilise olan Tarsuslu St. Paul kilisesi ve St. Paul kuyusu Tarsus’un en önemli hazineleridir.Tarsus hep ilklere imza atmış mamur bir şehir,alt yapı sistemi ile dünyanın ilk kanalizasyonu, geçmişin geleceğe ışık tutan teknolojisi Tarsus sokaklarında anlam buluyor.
Antik yolu Tarsus’un yaklaşık iki bin yıl önceki ihtişamından büyük ve sağlam bir kesit ortaya koymaktadır.Bu cadde Tarsus’un medeniyete ve yarına uzanan caddesidir adeta, Antik Çağ içerisinde uzun dönem hizmet verdiği anlaşılan bu yolu dönemin tarihe yön vermiş birçok ünlü isminin kullanmış olması,buram buram ünlülerin izlerinin kokusu ve her an cadde de karşılaşacakmışsınız hissi vermesi ilginçtir. Bunların arasında St. Paul, Cicero,Augustus, Kleopatra,ve Hadrian bunlar arasında en ünlülerdir ve daha nicelerinin ayak izlerini bulursunuz’.
Şehrin tacı konumunda olan Kleopatra kapısından geçerken,dünya’nın en güzel kadını olan Mısır kraliçesinin güzelliği ile büyüleneceğinizi hisedeceksiniz,bu caddeyi adımlarken daha büyünün etkisi geçmeden karşınıza Ramazanoğullarının o ihtişamlı dönemini yansıtan Camii Nur( Ulu Cammii) heybeti ile sizleri karşılar,Camii sırtını İslamın ilk müezzini Bilal-i Habeş türbesine yaslamış kucağını da Kırk kaşık bedestanına açmış bir şekilde bulacaksınız.
Bu mekanların sarhoşluğu ile gezinirken kendinize geldiğinizde Makamı Şerif Danyal Peygamberin mekanı karşılayacak,hemen karşısında da Roma hamamı ve Şahmeran anıtı sizi bekliyor olacak.
Şehirle vedalaşmaya başladığınızda doğanın büyülü atmosferi ile büyüleneceksiniz karşınızda gelin tülünü andıran ve güneş ışınları ile adeta rask eden suyun şöleni Berdan ( Kydnos ) Çayı üzerinde şahitolacaksınız. Berdan nehrinin bu bölümünde nehir suyu 4-5 metrelik bir yükseklikten dökülerek doğa harikası ve melodi sesi çıkaran Berdan çayı Tarsus şelalesini göreceksiniz.
Tarsus’un büyülü hikayesini yazabilmek için,sokaklarında yürümeli,Cumbalı evlerinin tablo görüntüsüne bir sevgi fırçası atmalı,yada çay bardağında tarsusi içmeli
Maldivler denince akla turkuaz renkli sular, deniz, kum, güneş gelir. Ancak haliyle yerel halkın yaşadığı bir hayat da var, pek kimselerin dikkat etmediği hayat. Çünkü Maldivlerde madalyonun bir de görünmeyen öbür yüzü var, haydi Madalyonun öbür yüzüne bakalım.
Bu yazımızda da,sizlere Maldivlerin öteki yüzünü göstermek istedim. Maldivler’e gidenlerin birçoğu turisttir; uçaktan iner, havaalanın hemen yanında bulunan tekneye biner ve dünyadan izole bir cennet parçası olan bir adada vaktini geçirir, tatili bitince de tekneye biner, havaalanına gelir ve uçağa binip geri döner,yani Maldivleri, kendisine sunulan dünyadan ibaret sanır, oysa ki maldivlerde bir de gerçek hayat vardır yaşanan. Onu görebilmek için ise turist değil, Seyyah olmak lazım. Turistik adaların ötesinde, üzerinde yerleşim olan adalar,köyleri,şehirleri ve maldivler’in başkenti male’yi gezmek lazım. asıl o zaman maldivler’deki hayat ve insanlar üzerine biraz fikir sahibi olunabilir, yani anı yaşamak lazım, atmosferi solumak lazım, halk arasına karışıp,ilk karşılaştığın kişiye selam vermek lazım, onlar gibi yemek lazım,onlar gibi bakmak lazım,Asıl o zaman renkli dünyanın renkli gözlüklerini çıkarıp, gerçek gözlerle, gerçek hayata bakmış olursunuz, ee doğal olarak biz de bunu yaptık ve sizler için halkın arasına karıştık.
Maldivler halkı, araplarla karışmış bir hint ırkı. dinleri islam. dinin etkilerini hayatın her alanında görebilmek mümkün, dini adete özlerinde hissediyorlar, ancak herhangi bir kuralcılık ve zorlamaya gitmiyorlar, hayatı akışına ve insanların isteğine bırakmışlar. Kadınların çoğu kapalı ama çok aşırıya da kaçmadan. Ancak isteyen başı açık’da gezebilir, ya da sizlere başka örnek verim mesela,kapalı kadınların male şehrinin plajında denize girip keyif yapmaları garip karşılanmıyor desem şaşırır mısın?. Hemde hiç kimse karışmadan,kimse yargılamadan, aksine diğer insanlar da kıyıda oturup onları seyrediyor. Maldivlerde halk yaşam alanlarına özen gösteriyorlar. sadelik ön planda ve yaşadıkları coğrafya’ya da çok saygılılar, yaşadıkları coğrafyanın güzelliklerini yaşadıkları yerlere de yansıtmaya çalışıyorlar. Şehirde gezerken kendinizi dünya turuna çıkmış gibi hissedersiniz, çünkü evlerine dünyanın değişik şehirlerinin isimlerini veriyorlar, evlerin girişinde üzerinde new york, paris, london yazan tabelalar görebilşrsiniz.
Maldiv halkının sakin ve basit bir hayatları var, kendileriyle barışıklar. Mutlululuğu insanların yüzünde, en çok da çocukların yüzlerine yansımış.
Şimdi sizleri ülkenin başkentine götürelim. Maldivler’in başkenti male aslında 5 kilometrekarelik küçücük bir ada. ancak şehir yüz ölçümüne oranla çok daha kalabalık, bu yüzden de bu nufus yoğunluğu beraberinde sorunlar getiriyor. Şehrin en büyük problemlerden biri, bu kadar çok insanın ürettiği çöplerin ne yapılacağı. çünkü ne gömülecek yer var, ne atılacak bir deniz, deniz var tabi ki ama dedikya halk çevreye duyarlı, doğaya saygılı, çöpleri denize atmak yerine çöp toplanıp yakılarak yok edilmeye çalışılıyor. Yada male adasının en büyük çöp tesisinde çöp yoketme fabrikasında yok ediliyor.:
Maldiv halkı hint kökenli,müslüman arap karışımı bir halk, birçok kültürü de hint kültürüyle örtüşüyor. Yemekleri hint ve arap mutfağından etkilenmiş baharatlı ve yağlı, Maldiv ve mali’de hayat, sahilde başka, iç taraflarda bambaşka, siyahla beyaz gibi,bir birine çok zıt. Sahilde renkli hayat, içerilerde ise gerçek hayat var.
Peki bir gezgin olarak bana sorarsanız, bir yer hakkında fikir sahibi olabilmek için okumak mı, gezmek mi lazım diye, ben sizler tabi ki gezmek derim