Geçtiğimiz günlerde Aile ve
Sosyal Hizmetler Bakanı Sayın
Mahinur Özdemir Göktaş, Birleşmiş Milletler’de düzenlenen
Dördüncü Dünya Kadın Konferansı’nın 30’uncu yıl dönümüne
ilişkin üst düzey toplantıda önemli
bir konuşma gerçekleştirdi. Sayın
Bakan, Gazze’de yaşanan insanlık
dramına dikkat çekerek, kadınlar
ve çocuklar başta olmak üzere
masum sivillerin yaşam hakkını
savundu. Uluslararası kamuoyuna acil ve
etkili önlemler
alınması çağrısında bulundu.
Elbette,
mazlumun yanında olmak,
zulme sessiz
kalmamak bir
insanlık görevidir. Hele ki
söz konusu çocuklar ve kadınlarsa, sessiz kalmak düşünülemez.
Ancak, bu duyarlılığın ve yüksek
sesle yapılan çağrıların bir Türk
bakanının ağzından çıkarken öncelik sırasına da dikkat edilmesi
gerekir.
Sayın Bakan, Türkiye Cumhuriyeti’ni temsilen o
kürsüdeydi. Temsil
ettiği milletin kadınları, çocukları,
yaşlıları ve gençleri öncelikle onun
sorumluluk alanında yer almaktadır.
Türkiye’de her
gün şiddet gören,
öldürülen, toplumdan dışlanan kadınlarımız, daha
küçücük yaşta
işçiliğe zorlanan
çocuklarımız, eğitim yerine sömürüyle tanışan evlatlarımız varken, bu
acılar uluslararası
kürsülerde neden
ilk sırada yer almıyor?
Dahası var.
Eğer Sayın Göktaş,
sadece Türkiye’deki değil, dünyanın
farklı bölgelerindeki
mazlumların sesi
olmayı hedeflediyse, o hâlde sorulması gereken
başka sorular da var.
Neden Doğu Türkistan’da Çin’in
baskısı altında ezilen Uygur Türkü
kadınlar ve çocuklardan bahsetmedi?
İran’da, Güney Azerbaycan’da
kadın kimliğiyle ve Türk kimliğiyle
baskıya maruz kalan kardeşlerimiz
neden gündeme gelmedi?
Batı Trakya’da hâlâ yok sayılan
Türk azınlığın kadınlarının karşı
karşıya kaldığı eğitim, sağlık ve
ifade özgürlüğü kısıtlamaları neden dünya kamuoyuna duyurulmadı?
Ya da Avrupa’nın göbeğinde, Almanya, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerde türlü ayrımcılıklara maruz
kalan Türk topluluklarının dertleri
neden gündemde yer bulamadı?
Unutmayalım ki Türkiye yalnızca Anadolu’dan ibaret değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, aynı
zamanda Türk dünyasının yegâne
bağımsız ve güçlü temsilcisidir.
Bakanları, bürokratları, diplomatik
temsilcileri; bu bilinçle hareket etmeli, Türk kadınının ve çocuğunun
sesini hem ülke içinde hem de
uluslararası arenada duyurmalıdır.
Bu çağrı bir içe kapanma çağrısı değildir. Elbette insanlık onuru
söz konusu olduğunda sınırlar anlamsızdır. Ama önce kendi evimizi
derleyip toparlamak, sonra komşuya el uzatmak daha gerçekçi ve
sorumlu bir yaklaşım olmaz mı?
Türkiye’nin bir bakanı, uluslararası bir kürsüye çıktığında önce
Türk kadınının, Türk çocuğunun
dertlerini dile getirmelidir. Sonrasında elbette Gazze de konuşulmalı, Myanmar da, Sudan da…
Ama sözün başı da sonu da Türk
dünyası olmalıdır.
Bugün Türk dünyası parçalanmış, sessiz ve sahipsiz bir hâlde.
Bakanlarımızın ve devlet büyüklerimizin öncelikli görevi, bu dağınıklığı birliğe dönüştürmek, dikensiz
bir gül bahçesi hâline getirmektir.
Unutmayalım: Önce biz! Sonra herkes.
Belediye Otobüslerine Nazar Değdirdik Yahu!
Uzun zamandır işe güce
gidip gelirken Adana Büyükşehir Belediyesi’nin otobüslerine
biniyorum. Hani arada “Bir
değişiklik yapayım” deyip halk
otobüsüne, dolmuşa falan da
bindim ama aman Allah’ım!
Şoför mü, direksiyon başında
düşüncelere dalmış filozof mu
belli değil. Otobüs desen kağnı
gibi… Belediye otobüsleriyle jet
hızıyla geçtiğimiz yolları, özel
araçlarla gide gide güneş batıyordu. Hal böyle olunca, şartlar
ne olursa olsun, saat kaç olursa
olsun, belediye otobüsünün yolunu gözler oldum.
Ama bir dönem vardı ki,
sanki otobüsler topluca “bugün
çalışmayalım” diye sözleşmiş
gibi, her gün bir tanesi yolda kalıyordu. Biz de haliyle
yollarda perişan, bir direğe
yaslanmış bekleşiyoruz. O dönemlerde buradan da ara ara
serzenişte bulunmuştum: “Bu
otobüsler niye her sabah greve
gidiyor?” diye. Neyse ki son
zamanlarda böyle dertlerimiz
kalmamıştı. Kimisi hâlâ “bakım
istiyor bu otobüsler” diye bağırsa da biz menzile sağ salim
varıyorduk.
Tam “şeytanın kulağına kurşun” demiştim ki… Galiba şeytanın değil de meleğin kulağına
üfledik, çünkü bir uğursuzluk
peydah oldu!
Geçen sabah saat 08.30 sularında otobüse bindim. Daha
ilk duraktayız. Sürücü hanım
kontağı çevirdi, bir şeyler denedi, olmadı. Bir daha denedi,
yok. Sonunda döndü ve bizi
aydınlattı:
— “D’ye geçmiyor!”
Şimdi ben bu “D” dediği nedir hâlâ bilmiyorum. Vites mi,
gizli geçit mi, Star Wars’taki ışık
hızına geçiş kolu mu bilemedim. Ama net olan şu ki, otobüs
yerinden kıpırdamıyor. Haliyle
bize de “151 numaralı otobüse
binin” denildi. E biz de mecburen bindik.
Yalnız o 151 numara yok
mu… Bizim güzergahla uzaktan yakından alakası yok. Bu
bildiğin Kozan Yolundan Çatalan’a dönen hat. Mecburen Çatalan Yolunun başlarında inip,
otoyol köprüsüne kadar yürüyüp başka bir otobüs bekledik.
Yarım saat gecikmeyle de olsa
işimize ulaştık.
Buradan Adana Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili
Güngör Geçer Beyefendi’ye ve
Ulaşım Daire Başkanı Hüseyin
Kara’ya sesleniyorum:
Patronlar «işe geç geldiniz»
diye yevmiyeden keserse, aradaki farkı sizden tahsil ederim!
Şimdiden uyarayım; fişsiz çalışmam, çok fena alacaklıyım!
ADANA
Az önceADANA
Az önceADANA
Az önceADANA
5 saat önceADANA
5 saat önceADANA
6 saat önceADANA
10 saat önceVeri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.