Karşımıza her gün onlarcası çıkıyor! Belki de tamamını duysak binlerce/ milyonlarcası çıkacak karşımıza! Sonra, yumuşak/ gerilerden gelen bir ses “katılmasam da düşüncesine saygım var” diyor! Benzerine sıkça denk geldiğimiz sözleri Yeni Akit yazarı Yaşar Değirmenci kurmuş! "Her 10 Kasım’da bu zihniyet, çaldırdığı sirenlerle, hayatı durdurmaya çalışmasıyla ülkeyi ve insanlarını cehalet dönemine götürüyor" diyor! Halkın, yaşadığı bu cumhuriyeti/ yurttaş olma bilincini kazandırmış bir öndere, yılda bir kez/ bir dakika saygı duyması birilerinin içine neden böylesine “dert” oluyorsa… Bu “düşünceye saygı” duymak, ama “katılmamak” nasıl bir şey?
Yine, "iktidara" yakınlığıyla bilinen Cem Küçük de "Mustafa Kemal'in askeriyiz, siyasi bir slogandır, kabul edilemez" demişti, sanki kendinden böyle bir eylem bekleyen varmış gibi! Ama ne yazık ki, bu ya da bunlar gibi “düşüncesi” olanlara Cumhurbaşkanı Erdoğan: "Gazi'nin ömrü en azından 10 yıl daha ülkeyi yönetmeye el verseydi 2. Dünya Savaşı sonrası bambaşka bir Türkiye görecektik" yanıtını veriyordu! İşin içinden çıkabiliyor musunuz?
***
“Katılmıyorum ama, düşüncene saygılıyım” tümcesi hem yorucu, hem de çelişkilerle dolu! İnsan, “katılmadığı” bir düşünceye neden “saygı” duymalı ki? Karşındaki konuşmacı herhangi bir olaya ya da konuya ilişkin “düşüncesini” açıklayabilir! Hiçbir kimsenin, hiçbir düşünceye “saygı” duyma zorunluluğu yoktur, ancak dinleme/ anlama zorunluluğu vardır!
Eğer “duyduklarında” övülecek/ savunulacak/ benimsenecek bir yan varsa sorun yok; saygı duyulmaya değer bulunabilir, baş tacı yapılır! Ancak konuşmanın özünde dalga/ hakaret/ değerlerini hiçe saymak varsa, saygı duymak bir yana “tepki” gösterilmesi zorunlu duruma gelebilir!
***
İnsan, meraklı bir canlıdır! Perdenin gerisinden gelen sesin kimden geldiğini merak eder! Örneğin “sığınmacılar” konusunda bir politikacıdan ya da bir “adı bilinmedik/ duyulmadık” gazete köşe yazarlarından gelen çatlak sesli “çarpık” tümceler nedir/ ne değildir diye sorgulanır! Olayın “içi/ içeriği” anlaşılmadan değil, anlaşıldıktan sonra “benimsenmişse” saygı duyulabilir, “tepki” gösterilmesi gerekiyorsa da tepki gösterilir; anlaşılmadan “ne” saygı yerindedir, “ne de” tepki!
Adını ilk kez duyduğum bir Yeni Akit yazarı yine, son yazdığı bir yazıda “sığınmacılar” konusunu ele alıyor! Gerçi “sığınmacı” yerine “mülteci” sözcüğünü kullanmış da! İkisi arasındaki ayrım şöyle açıklanıyor; “Mülteci olduğu iddiasıyla ülkesini terk eden ama mültecilik statüsü başvurusu sonuçlanmamış kişiler "sığınmacı" olarak adlandırılır. Mülteci ise sığınma başvurusu kabul edilen kişidir.” “Mülteci/ sığınmacı” tanımı net bu! Ellerini/ kollarını sallayarak sınırı geçecek, sonra da “mülteci” tanımlaması yapılacak! Bu yurdu, bu denli yurt bilmekten uzaktalar!
***
Akit Gazetesi yazarı İdris Günaydın “Bir fındığın içini” yazısında şunları söylüyor: Şimdi, mülteciler ülkelerine gitsin, diyen soytarılara soruyorum; sizin evlatlarınız, karılarınız mı gelip bahçelerimizde fındığı toplayacak?” Şunu kabul edin artık. Köpeklerin havlaması bulutlara zarar vermez. Türkiye bir uluslararası vatandaş ülkesidir. Mülteci olmayanlar bu ülkenin gerçek sahibi, diğerleri de mülteci veya çalışan!
Yazarın kullandığı dil, yazıdan çıkarılacak öz, sözcüklerin kurgulanış biçimi başlı başına sorunlu! Öyle ki, bu yurdu/ yurttaşını tanımayan/ bilmeyen biri… “Sığınmacılar” bu ülkeye gelmeden önce ne fındıklar toplanabiliyordu, ne sanayide makineler çalışabiliyordu, ne de üretim yapılabiliyordu… Her şey bu ülkeye “sığınmacılarla” geldi! Yazarın düşüncesi bu! “Sığınmacılar ülkelerine gitsin diyen soytarılar, köpeklerin havlaması bulutlara zarar vermez” diyen bir dile/ bir söze/ bir düşünceye duyulabilecek “saygının” nasıl bir “anlam” taşıdığını düşünmeliyim, herkes de düşünmeli!
Karşındaki “insan benzeri” bir canlı olduğu için, onu duymak/ dinlemek/ anlamak zorunluluğu var; ancak, bu yurdun insanının gücünü/ becerisini/ özverisini/ değerlerini yadsıyan sözlere olsa olsa “tepki” göstermek gerekir!