Bağımsız medya diye bir hülya vardır, bilirsiniz. Hayır, şu anda Türkiye'de var olan medya garabetine değil; basın özgürlüğü olduğuna inanılan ülkelerde dahi medyanın asla bağımsız olmadığı, her medya organının aslında bir ideolojinin, fikrin ya da amacın elinin altındaki bir araç olduğu gerçeğine vurgu yapıyorum.
Ülkesi ABD'yi ve kapitalizmi sık sık ve açık açık eleştirmesiyle bilinen ünlü düşünür Noam Chomsky'nin, iş dünyasına hitap eden (kapitalizmin medyadaki amiral gemileri olan The Wall Street Journal, Financial Times gibi) gazeteleri ise sık sık övdüğü de bilinen bir gerçek.
Kendisi bunun sebebini ise bu gazeteleri gerek çıkaranların, gerek okuyanların vahşi kapitalist olduklarını, haberleri ve olayları herhangi bir şekle sokup, perdelemeye ihtiyaç duymadan yansıttıklarını, dolayısıyla buralardan merkez medyaya kıyasla çok daha saf ve doğru bilgi alınabilmesi olarak açıklıyor.
Gerçekten de artık kahvehanedeki vatandaşın diline kadar düşmeden merkez medya organlarında duyup okuyamayacağınız birçok şeyi gerek WSJ, gerek FT, yeri geldiğinde yıllar öncesinden itibaren açık açık yazıyor. Zira bu gazetelerin varlık sebebi, okuyucuları olan sermayedarların doğru bilgiye ulaşıp yatırımlarına doğru yön verebilmeleri. Son yıllardaki gündemleri malum: Neo-liberalizm devrinin sona ermesi, küreselleşmenin bölgeselleşmeye, açık ticaretin ticaret savaşlarına dönüşmesi, jeopolitik gerginlikler arasında devletlerin ekonomilere giderek daha fazla müdahil olması, eski usul mali ve para politikalarının artık çalışmıyor olması, IMF ve Dünya Bankası'nın yıllarca başımıza kakıp durduğu kemer sıkma politikalarının ülke ekonomileri üzerinde pek de söylenen etkiyi yaratmıyor olması, ulusal ve uluslararası vergilendirme sistemlerinin işlevsel olmaması, vesaire vesaire...
Yine gerek merkez siyaset, gerekse de merkez medyanın (dışarıda olduğu gibi Türkiye'de de) derinlemesine ele almaya pek yanaşmadığı konulardan birisi de sosyal devlet...
20 yıllık AKP iktidarı Türkiye'de sosyal devlet kavramını değiştirdiği (ve içini güzelce boşalttığı) gibi, toplumun sosyal devlete bakışını da değiştirdi.
İlk önce ve yüksek sesle dile getirilmesi gereken gerçek şudur ki, Türkiye'de bugün var olan şey sosyal devlet değil, sadaka devletidir. Ülkede nüfusun yüzde 35'lere varan bir oranda sosyal yardımlarla geçiniyor olması, akıl almaz bir durum. Böyle bir düzende ne ekonomik bir değer üretilebilir, ne de sağlam ve dengeli bir toplumsal yapı oluşturulabilir.
Üstelik iktidara talip olan Millet İttifakı da, yerelde bu tür uygulamaları ve genelde de iktidarı anımsatan vaatleriyle bu yangına körükle gidiyor. (Daha önce de yazdım, planı programı cepte hazır olmakla birlikte seçim stratejisi gereği bazı şeyleri söylemek başka bir şey, verilen mesajın merkezine bunu oturtmak, planı programı içi boş vaatler üzerine kurmak başka bir şeydir.)
Tüm ülkenin yükünün çalışan ve üretenlerin sırtına yüklenmesi, ağırlıklı olarak muhalif ve daha iyi eğitimli olan bu kesimin haklı olarak tepkisini çekiyor. Ancak bu tepki hak ettiği yere, yani sermayedarları aslan sütüyle, düşük gelirli kesimi ise sahte kaşıklarla besleyen bu adaletsiz, vahşi ahbap-çavuş kapitalizmine değil; sola ve sosyal devlet ilkesine yöneltiliyor.
Tabii bu öfkenin yanlış yere kanalize edilmesi de tesadüf değil; gerek medyanın, gerek ülkenin gündemini belirleme ve yönlendirme konusunda mahir diğer 'aktörlerin' ustaca manevralarıyla gerçekleşiyor.
Tıpkı, solun esas derdi olan üretim, planlama, eşitlik, bağımsızlık ve bölüşüm gibi sınıfsal konular yerine, kimlikler ve mezhepler üzerine kurulu garip garip politikaların sola atfedilmesi suretiyle 'liberal sol' isimli ne idüğü belirsiz bir düşman yaratılarak bunun kitlelerin gözünde marjinalleştirilmesi ve sol karşıtlığına evriltilmesi gibi; sosyal devlet de aslında kapitalizmin yarattığı ve beslediği problemlerin, yani örneğimizde geniş kitlelerin yoksulluk sınırının altına itilerek ‘sosyal’ sadakaya bağımlı hale getirilmesinin suçlusu haline getirildi. (DEVAMI YARIN)