BİLİNÇLENME YILLARI
Nurer Uğurlu, “ORHAN KEMAL’İN İKBAL KAHVESİ” adlı kitabında kendi ağzından anlatmaktadır,
“İşte o yıllar... Yığınla futbol hastasından biri de bendim. Ağustos güneşinin kasıp kavurduğu günlerde bile futbol oynardım. Laf aramızda, iyi penaltı atardım. İyi bir santrofordum ha.. Her maçta bir – iki golüm sağlamdı. 20 yaşındaydım... Kafam bir türlü çözemediğim sorunlarla yara olmuştu sanki... Bir anlamda boşluktaydım. Ve bir gün bir kahve köşesinde işçi dostum İsmail Usta’yla tanıştım... Sonra kitaplar... ‘Serseriler, Stepte, Ladam Okamelya, Madam Bovary, Germinal, Benim Üniversitelerim, Fransız İnkilabı Tarihi’ gibi...
Kitapların çoğunu İsmail Usta hediye etmişti.
Daha sonra Selahattin Usta, Ali Şahin, Dayı Remzi gibi solcu işçilerle tanışır. Bu yeni arkadaşları Orhan Kemal’i yavaş yavaş uyandırmaya ve kitap okuma zevkini aşılamaya koyulurlar.
Bu arada yeni bir sevdaya yakalanmıştır. Daha sonra unutamayacağı ve ‘Sokaklardan bir kız’ adlı romanında işlediği, bir aşka tutulmuştur. Aşkı Güzide adında bir bar kadınıdır.
“Güzide benden 10 yaş büyüktü. 30 yaşındaydı. Bir gün bana hayatını öylesine acıklı anlattı ki; etkisi altında kaldım. Sanki terk edilmişliği benim yüzümdendi. Ve sanki içinde bulunduğu hayatı ben düzeltmeye zorunlu gibiydim. Bara gittiğim zaman hemen masama gelirdi. Bana hiç para harcatmazdı. Bu yüzden de garsonlar bana kızarlardı. Sonra çoğu geceler evinin oralara gider, karşı kaldırıma oturur, onun pencere perdesine düşen gölgesini izlerdim. Benim orada olduğumu bilmezdi. Ben de hiç bir zaman söylemezdim. Benimle alay etmesinden korkardım. Bir gün illa “Nüfus kâğıdını ver” diye tutturdum. Ciddi olarak onunla evlenmeye karar vermiştim. Günlerce ısrar ettim. Israrlarım karşısında bana öğütler verirdi. Küçük olduğumdan, beni pırıl pırıl bir gelecek, tertemiz genç kızların beklediğinden söz açardı. Ama ona her geçen gün daha çok bağlanmış ve deli gibi sevmeye başlamıştım. Benimle başa çıkamayacağını anlayınca Adanalı zengin bir sarrafla meşgul oldu.
Bir gün bizim takımın beki Arabacı Hikmet, bar kadını Güzide’nin Mersin’e gittiğini söyledi. Dünyam başıma yıkıldı. Arkasından Mersin’e gittim. Kaldığı oteli buldum. Otelden İstanbul’a kalkacak olan vapura az önce gittiğini söylediler. Deli gibi limana koştum. Vapur liman açıklarında demir alıyordu. Ve cebimde ancak Adana’ya dönecek kadar param vardı. Çok geç kalmıştım. Adana’ya döndüm.
FABRİKADA MEMURLUK
Günlerden bir gün dostlarının da yardımıyla bir iş bulur. Milli Mensucat Fabrikası’nda kâtiplik... Fabrika o günlerde Nuri Has’ın. Tüm Adanalı onu Nuri Ağa diye bilir. Ancak Nuri Ağa’nın babası Kemali Bey’le arası hiç de iyi değildir. Abdulkadir Kemali Bey bir davada Nuri Ağa’ya karşı bir işçiyi savunmuştur. Ancak Kemali Bey o günlerde Beyrut’tadır. Orhan Kemal’in eline kâtiplikten ayda 24 lira 95 kuruş geçmektedir. Ancak fabrikada rahatı pek yoktur. Babasından dolayı habire gammazlanmaktadır. Derken kâtiplikten ambar memurluğuna verilir. Buna sebep fabrika sahibi Nuri Ağa’nın Orhan Kemal’in babasının kim olduğunu öğrenmesidir.
Orhan Kemal Milli Mensucat günlerinden bir kesiti Nurer Uğurlu’ya şöyle anlatır;
“Bir gün Nuri Ağa beni çağırdı. Gittim. Kapıyı vurdum içeri girdim. Bir zamanlar bir işçi meselesi yüzünden aleyhine dava açan, mahkemede işçiyi kıyasıya savunan bir babanın oğlunu ezmek için ‘Sen kimsin?’ dedi.
Şaşırmıştım. Tanımıyor muydu beni? İmkânsız bir şey. Her seferinde azarladığı, maaş zamlarından yararlandırmadığı, kovmak için fırsat kolladığı beni nasıl tanımazdı?
‘Ha... Sen misin o?’
‘Evet...’
Gözlerimin içine bakarak,
‘Yani avukat Abdulkadir Kemali Bey’in oğlu... Ha o adamın oğlu... Baban vaktiyle iki paralık bir ameleyi bana karşı savunmuştu. Ama ben intikam almak istemem. Öylelerini Allah’a havale ederim..’
Şaşırmıştım. Ağa devam etti konuşmasına,
‘Yerinde hiç durmuyorsun... İş sahipleri senden şikâyetçi. Demin 4’ü 5’i odama geldi, seni şikâyete...’
Başım dönmüş, gözlerim kararmıştı. Kimlerin gammazladığını düşünürken Nuri Ağa, ‘Geç yerine bir daha hakkında şikâyet istemem, sonra kovarım ha...’ dedi.
‘Kovarım’ sözü beynime yumruk gibi inmişti. Masama döndüm. Ağlayacak kadar hırsla dolmuştum. Kovabilirdi. Hakkı vardı buna. Mal onunsa, insan olma onuru da benimdi. Bunu 24 lira 95 kuruş için çiğnetmemek, buna katlanmak insanlığa sığar mı be... Diye düşündüm.
Memurluk yaptığım ambarda iplikler, bezler cins cins. Her ikisi de incelip kalınlaştıkça ucuzlayıp, pahalılaşıyordu. Ambarcı isterse daha doğrusu müşteriyle anlaşırsa hırsızlık yapıp, keseyi doldurması bile işten değildi. Ve beni buraya acaba bile bile mi vermişlerdi? Yani hırsızlık yapmam için beni teşvik mi ediyorlardı? Hamal Sadık’ın söyleyip durduğu gibi benden öncekilerin ele geçmeden gemilerini yüzdürdüklerini biliyordum. Binlerce, on binlerce lira vurabilirdim. İstemiyordum. İçimden gelmiyordu. Ne olursa olsun Koca Mustafa Kemal’e karşı koymuş bir babanın oğluydum. Ancak çok rahat bir işte çalışıyordum. Ambarda iki hamal vardı. Bunlar işi çok iyi biliyorlardı. Bana pek iş kalmıyordu. Ben de masa başınrda çoğu kez kitap okuyarak, hikaye yazarak, ya da 24 lira 95 kuruşun yarattığı hava içinde kara kara düşünür, bir çıkış yolu bulmaya çalışırdım. O günlerdeydi. Aybaşında kooperatif borcumu kestikten sonra elimde 19 lira 95 kuruş kalmıştı. Ne yapacağımı, borçlarımı dağıttıktan sonra bana bir şey kalmayacağını düşünürken Beyrut’tan babamın mektubu geldi. Bir solukta okudum. Mektupta niçin yazmadığımı ve durumumun nasıl olduğunu soruyordu. Arkasından da kendisinin çok kötü günler geçirdiğini, mümkünse biraz para göndermemi istiyordu. O gün kafamdan kardeşlerim birer birer geçti. İşportacılık yapan kardeşim Sıtkı’yı pek umursamıyordum. Ne de olsa erkekti. Ama kız kardeşlerim Talat, Türkan, Uğur... Cebimde 19 lira. Ne yapacağımı şaşırmıştım. 5 lirasını mektupla gönderse miydim? Kim bilir nasıl da sevinirlerdi. Çok kötü durumda olmasalar babam bu parayı mümkün değil istemezdi diye düşünürken, 5 lirayı bir kaç satır yazdığım mektubun içine sarıp, hemen postaladım. Hemen postaya vermesem cayabilirdim. Mektubu fabrikanın kapısından posta kutusuna attım.
EVLENME YILLARI
Orhan Kemal evlilik öyküsünü “Baba Evi” ve “Avere Yıllar” adlı romanlarında uzun uzun anlatır. Milli Mensucat Fabrikası’nda çalışırken aynı fabrikanın işçi kızlarından Nuriye’ye gönlünü kaptırır. Nuriye 1892’de şimdiki Hırvatistan’ın Başkenti olan Zagreb’te doğar. Çok güzel bir Boşnak kızıdır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ailesiyle birlikte Türkiye’ye göçerler. Adana’ya yerleşirler. Orhan Kemal Nuriye’yi görür görmez gönlünü kaptırır. Hemen evlenme teklifi yapar ama öncelikle baba Kemali Bey’in onayı gerekmektedir.
Kudüs’teki babasına mektup yazar. O günlerde baba Kemali Bey Beyrut’tan Kudüs’e geçmiş, orada bir Arap avukatın yanında iş bulmuştur. Ancak yine de kıt kanaat geçinmektedir. Mektubun yanıtını kısa bir süre sonra alır. Babası, “Büyük annen beğeniyorsa evlenebilirsin” diye yazmıştır. Orhan Kemal sevinçten adeta uçar. Aylığı azdır. Geçinmek zordur ama bunları uzun boylu düşünmek durumunda değildir.
Orhan Kemal o günleri “Avere Yıllar” romanında şöyle özetler:
“Adam sende... Ben 22 yaşındayım. Sevgilim ise 14’ünde. Sarhoşum ve dünyada yalnız ona aşığım...”
Daha sonra da söz konusu aşkını, “Cemile” adlı romanının konusu yapacaktır.
1936 yılı Ağustos ayında nişanlısı, 1937 Mayıs’ında ise karısı olan Nuriye Öğütçü ise serüvenini Sadun Tanju’nun yaptığı röportajda şöyle anlatmaktadır:
“Aslen Yugoslav muhaciriyiz biz. Orada varlıklı bir aile imişiz. Adana’ya yerleşince zor günler başladı. Babam zaten çalışmayı pek sevmezdi. Bir kazada sakatlanınca evin bütün yükü ağabeyimle benim sırtıma bindi. 12-13 yaşlarında filandım. Çocuk sayılırdım daha. İplik fabrikasında boyum yetişsin diye ayağımın altına sandık koyarlardı. İşe gelip giderken kimsenin gözüne çarpmayayım diye iyice örtünür, sadece gözlerimi açıkta bırakırdım. Sarışındım.
Genç kızlığa yeni adım atıyordum. Güzel olduğumu söylüyorlardı. O yıllar güzel bir kız için tehlikelerle doluydu. Evdekiler korkardı, ben korkardım. Ama korku para etmezdi. Çalışmak gerekiyordu. Evin ekmek parasına büyük yardımım oluyordu.
Raşit de... Orhan Kemal demek istiyorum. Ama dil alışkanlığı... Ben ona hep Raşit derim. Evet Raşit de aynı fabrikada katipti. İplikhaneyi dolaşırken beni görmüş. İşçi defterinden vesikalık resmimi bulmuş. Büyüttürmüş. Başlamış ona buna göstermeye. Nuriye ile evleneceğiz demeye başlamış. 15’ine basmıştım. Raşit’in bana sevdalandığı yıllardı. Yoksul ve sakat olan babam, bu ilişkiyi duyunca küplere bindi. Ama Raşit inat mı inat... Fakat fark etti ki; babam biraz da kız giderse nasıl geçiniriz diye düşünüp huysuzlanıyor. Ona da çare buldu. ‘Yardım ederiz size’ dedi. Beni o sıralar binbaşılar filan da istiyor. Raşit aracı-görücü sokmadan işin içine girip konuştu babamla. ‘Benim hiçbir şeyim yok. Sadece 24 Lira 95 kuruş maaşım var’ dedi. ‘Ben sadece Nuriye’yi istiyorum’ diye konuştu. Babamın da hoşuna gitmiş olacak ki; ‘evet’ dedi sonunda. Evlendik. 1937 yılının 5 Mayıs’ıydı. 2 Haziran 1970 gününe kadar sürdü mutluluğumuz. İplik fabrikasında 24 lira maaşlı bir katipti evlendiğimizde. 5-6 lirasını da babama verirdik. Orhan Kemal’in babaannesi Emine hanımla eski bir kenar mahalle evinde oturduk. Evlenince beni işten aldı. Çok kıskançtı. Çocuk denecek yaşta evli ve güzel bir kadının fabrika işçileri arasında yaşaması mümkün değildi ona göre. Oysa çok sıkıntı çekiyorduk. Benim getireceğim üç-beş kuruş biraz olsun hafifletirdi sıkıntımızı...’
(DEVAMI YARIN)