Orhan Kemal evleneli 1 yıl olmuştur.
1938 yılı Şubat’ında bir gün Milli Mensucat Fabrikası’yla iş yapan toptancı Hilmi Efendi, Orhan Kemal’i Melekgirmez’deki dükkânına çağırır. Ona bir teklifte bulunur. Ortak iş yapmak istediğini söyler. Arkasından da baklayı ağzından çıkarır.
“Ben muhasebeye kalın bez, kalın iplik yazdıracağım. Sen ambarda çuvallara ince iplik-ince bez doldurtacaksın. Üst yanına karışma. Sen her hafta gel tertemiz bir yüzlüğünü al.”
Orhan Kemal ağaya fırlar, öfkelenir, teklifi orada reddeder. Tüccar Hilmi Efendi rüşveti katlar. “Hadi haftada 200” der, “300 olsun” der ama Orhan Kemal adamı iyice kalaylar.
Hilmi Efendi durur mu? Gizlice Nuri Has ağa ile görüşür ve olayı tam ters yüz ederek anlatır. Yani Orhan Kemal’in ambardan kendisine mal çalmayı teklif ettiğini söyler. Zaten bahane arayan Nuri Ağa da ay sonunda Orhan Kemal’in işine son verir.
Bu arada annesiyle kız kardeşleri de Kudüs’ten dönerler. Baba Kemali Bey orada kalır.
Orhan Kemal işten atılma olayını Nurer Uğurlu’ya şöyle anlatır:
“Aybaşında vezneden maaşımı alırken, veznedar, fabrika sahibi Nuri Has’ın imzası bulunan bir yazıyı bana uzattı. Hayretler içinde kalmıştım. İşime son verildiğini öğrenince şaşırdım. Neden? Niçin? Sebep ne? Diye düşünmeye başladım. Veznedara sordum;
- ‘Bilmiyorum’ dedi.
- ‘Nasıl bilmezsin?’
- ‘Nasıl mı? Bilmemenin nasılı olur mu?’
Muhasebeye koştum.
- ‘Bilmiyorum’
- ‘Kim bilir, kimden öğrenebilirim?...’
- ‘Bilmiyorum...’
Perişan bir durumda ağanın odasına geldim. Kapıcıya sordum:
- ‘Ağanın yanına girmek istiyorum...’
- ‘Yasak...’
- ‘Niçin?’
- ‘Niçin mi? Bilmiyor musun?’
- ‘Hayır’
- ‘Benden duymuş olma...’
Kapıcı bir çırpıda her şeyi anlattı. İftira korkunçtu. Düşmemek için duvara dayandım. Mosmor kesildim. Ağanın kapısını açıp rüzgâr gibi içeri daldım.
Ağzım köpüre köpüre Nuri Ağa’ya öyle şeyler söyledim ki ürktü, korktu.
Fabrikanın nasıl sahibi olduğundan başlayıp, ne fırıldaklar çevirdiğini, bunları kimlerle birlikte yaptığını herifin suratına bir bir sayıp, yine rüzgâr gibi bana bu iftirayı yapana, buna inanana, korkunç küfürler savurduktan sonra, odadan çıktım.
Hilmi Efendi’den hesap sormak üzere doludizgin koşmaya başladım.
Hilmi Efendi fitili almış, doğruca Pamuk Pazarı Karakolu’na koşmuş, dükkânının basılacağından, hayatının tehlikede olduğundan söz ederek tedbir alınmasını istemiş. Dükkân polisler tarafından çembere alınmış.
Ben de o anda dükkâna geldim. Hırsımı alamadığım için hüngür hüngür ağlamaya başladım.
Karakolda her şeyi heyecanla anlattım. Hilmi Efendi kireç kesilmiş titriyor. Her şeyi inkârdan geliyordu.
Neyse, komiser güngörmüş, ömür sürmüş bir insan sarrafı. İşin içinde bir bit yeniği olduğunu anlamış, Hilmi Efendi’ye çıkışmıştı. Bana dönerek; bir yanlışlık olduğunu söyleyerek, gidebileceğimi belirtti.”
Şöyle veya böyle Orhan Kemal hem evli hem de işsizdi artık. Canı burnundan çıkmaktadır. Bir iyice içip sarhoş olmak ister. Arkadaşı Anafarta Nusret’i bulup işçi mahallesinin irili-ufaklı meyhanelerinden birine dalarlar.
Gerisini Nurer Uğurlu’yla yaptığı sohbetten aktaralım.
“Anafarta kafayı buldu. Arkasından başladı ‘fabrikayı yakalım’ demeye.
- Bak Raşit ben fabrikayı yakarım, sen de Hilmi Efendi’nin dükkânını yak.
- 50 yıl, bilemedin 100 yıl sonra bugün yaşayanlardan hiç kimse kalmayacak. Ama biz kalacağız. Milli Mensucat Fabrikası’nı yakarak dünyanın bütün kalleşlerine, dünyanın en büyük dersini veren iki fedai olarak adımız söylenir.’
- ‘Var mısın?’
- ‘Biraz daha içmek gerek..’
- ‘İçelim...’
Dolu bardağımı son damlasına kadar içtim. Boş bardağımı masaya hırsla koydum. Nusret;
- ‘Var mısın?’
- ‘Neye?’
- ‘Şu yakma işine...’
- ‘Varım be’
- ‘Ben de varım... Ver şu elini...’
Meyhaneci boşları masaya bıraktı. Nusret;
- ‘Adımız tarihe geçer değil mi?’
- ‘Hiç şüphen olmasın. Mustafa Kemal Paşa’yı düşün. Koskoca bir saltanata kafa tutunca, padişah ölüme mahkûm etti. Yıldı mı? Yılsa; bugün Mustafa Kemal Paşa olur muydu?’
- ‘Doğru... O da insan, biz de. O kendi sahasında koca imparatorluğa kafa tuttu, adını tarihe geçirdi. Biz de kendi sahamızda... Hiç olmazsa iki kılkuyruğu haklayıp...’
Nusret’e cevap verecektim ki, arkamızdan bir ayak sesi bize yaklaştı.
Ayak sesinin geldiği yana döndük. Bir adam ağzında sigarası bizim masanın çok yakınına geldi.
- ‘Ateşiniz var mı?’ dedi.
- Nusret kibritini çıkarıp çaktı. Adam sigarasını yaktıktan sonra gülümseyerek,
- ‘Mersi...’ dedi. ‘Havalar da soğumaya başladı artık, değil mi?’
- ‘Evet’ dedim.
- ‘Kışın gelmesinden korkuyorum. İnsan zengin olsa haydi neyse. İş yok, güç yok, para yok... Yakacak yok. Oysa o hergeleler?’
- ‘Hangi hergeleler?’
- ‘Anlamamış gibi sorma delikanlı? İçim yanıyor, içim. Benim başımdan geçenler hiç birinizin başından geçmemiştir...’
Adam anlatmaya başladı. Meyhaneden çıktık. Adam anlatıyordu. 5 çocuk babasıymış. Altıncısı da yoldaymış... Çalıştığı şirketteki işine birden bire son verilmiş. Kapı dışarı edilmiş. Sordum;
- ‘Ne yapacaksın?’
- ‘Bilmem... Şaşırdım kaldım. Doluya koyuyorum almıyor, boşa koyuyorum dolmuyor... Çoluk çocuk olmasa...’
Nusret bir nara attı.
- ‘Heeeyyyttt. Allaaaaahhh! İçinizde güçlü benim...’
Adam sordu;
- ‘Neden?’
- ‘Bekârım da...’
- ‘Ne mutlu sana...’
Bana dönüp, ‘Siz...’
- ‘Evliyim...’
Nusret adamın cevap vermesini beklemeden;
- ‘Biz enayı olmadığımızı ispata karar verdik.’
- ‘Nasıl?’
- ‘İşimize son veren, bize kalleşlik eden iş yerimizi, Milli Mensucat Fabrikası’nı yakacağız...’
Adam heyecanla elini uzattı:
- ‘Harika çocuklar, müthiş bir şey... Beni de aranıza alın...’
Nusret;
- ‘O halde bir şişe şarap alıp, devam etsek...’
- ‘Paran var mı şarap için?’
- ‘Var...’
- - ‘İyi ya al şarabı...’
Ve bizim işçi mahallesinin çamur sokaklarına saptık. Adam bakkala şarap almaya girince; Nusret:
- ‘Bir kişi daha kazandık Raşit. Bütün ihtilaller bir’le başlar. Sonra iki, sonra üç, sonra da yüzleri, binleri, on binleri, yüzbinleri bulur. Bu şaşmaz bir kuraldır. Bak yarım saat içinde 3 kişi olduk. ‘
Adam iki şişe siyah şarap ve bir takım mezelerle geldi. Nurettin’in kondusuna gittik.
Bütün konuşmalar benim diktem altında geçti. Kendimi lider yada ihtilal komitesi şefi saymaya başladım.
Şaraplar bitmişti.
- ‘İhtilal yapacağız arkadaşlar? ‘ dedim.
Daha sonra geç vakte kadar bir yığın planlar yaptık.
...isminin Rıza olduğunu söyleyen arkadaş sivil polismiş. İlk adımda çelmeyi yemiştik. Demek ki; ihtilal işine gerçekten sarılıp, işi ciddi tutacak olsaydık yanmıştık. Bu işin çok zor, çok büyük öyle her önüne gelenin kıvıramayacağı bir çocuk oyuncağı olmadığını biliyordum.
Nusret’e durumu anlatıp, adamın sivil polis olduğunu söyledim. “
Öbür gün cadde üzerindeki meyhanelerden birinde kafayı çekerken beni görünce ayağa kalkarak, meyhaneciye,
- ‘İki bardak doldur bize’ dedi.
Bayağı sarhoş olan Nusret;
- ‘Demek ilk adımda tökezledik. Tökezledik ha...’
- ‘İlk adımda...’
- ‘Ne yapacağız?’
- ‘Hiç... Sivile boş verip gevezeliğe paydos diyeceğiz...’
Eve döndüm. Aklımda bakkal borcu, kasabın ki, ekmekçinin ki derken bir de kooperatif... Yeni bir güne sıkıntıyla başlayış... Bu arada kapı çalındı. Çıktım açtım. Kapının hemen gerisinde 3 kişi duruyor. İçeriyi gözetliyorlardı.
İri kıyım biri, içlerinden ayrılıp yanıma geldi...
- “Seninle konuşmak istiyoruz.”
- “Maksadınız?” diyebildim.
- “Maksadımız kötü değil.”
- “Seninle biraz konuşmak.”
- “Ne konuşacaksınız?”
- “Kızmayın...”
- “Kızmak mı? Ne münasebet?”
- “Sizi müdüriyete kadar...”
- “Müdüriyet mi?”
- “Evet...”
Yüreğim cız etti. Kendi kendime “Ya...” dedim. “Demek bu da varmış hesapta...”
Bütün olanlar, bütün geçmişim bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçmeye başladı. Genç yaşımın o kendine özgü havası içinde bir faytona atlayıp müdüriyetin merdivenlerini çıkarken kendime geldim. Biri önünde ikisi arkamda üç kişi beni bir odaya bıraktılar. Bir süre bekledikten sonra bir başka odaya götürüldüm. İri yapılı, çatık kaşlı biri;
-“Sen misin Raşit Öğütçü?”
- “Benim...”
-“Meşhur Abdulkadir Kemali’nin oğlu...”
- “Evet...”
-“Baban nerede?”
-“Beyrut’ta”
-“Beyrut’ta mı?”
-“Evet”
-“Ne yapıyor orada?”
-“Siyasi sürgün...”
-“Mustafa Kemal Paşa’ya muhalefet değil mi?”
-“Bilmiyorum...”
-“Çalışıyor mu?”
-“Hayır...”
-“Avukatlık yapmıyor mu?”
-“Lübnan tebası olmadığı için yaptırmıyorlar...”
-“Ne yapıyor?”
-“Hiç bir şey yapmıyor...”
-“Hiçbir şey yapmıyor mu?”
-“Evet...”
-“Kim var yanında?”
-“Annem, kardeşlerim...”
-“Güzel, çok güzel.. Demek Abdulkadir Bey Beyrut’ta karısı ve çocuklarıyla birlikte çalışmadan yaşayabiliyorlar...”
-“Yaşamak denirse tabii...”
-“Buraya niçin geldin?”
-“Ben gelmedim, getirdiler...”
-“Niçin getirdiler?”
-“Bilmiyorum...”
-“Buraya niçin geldiğini bilmiyorsun öyle mi?”
-“Evet...”
-“Güzel, çok güzel...”
?...?...?
-“Fabrika yakmanın cezasının ne olduğunu biliyor musun?”
-“Fabrika mı? Yakmak mı? Kim? Kimler?...”
Adana’nın tüm yerel gazeteleri ertesi gün manşetlere geçerler... Öylesine geçerler ki, neredeyse yer yerinden oynar. “Milli Mensucat Fabrikası’nı yakacak olan komünistler yakalandı...” ve buna benzer manşetler.
“Elebaşları Abdulkadir Kemali Bey’in oğlu Mehmet Raşit Öğütçü...” şeklinde...
Mehmet Raşit Öğütçü yani Orhan Kemal artık iyice mimlenmiştir. Bundan böyle siviliyle resmisiyle emniyet arkasındadır. Bir ömür boyu sürecek olan takip başlamıştır.