01 Kasım 2025 Cumartesi
29 Ekim…
Cumhuriyetimizin ilan edildiği, Türk ulusunun yeniden doğduğu, bu topraklarda özgürlüğün ve yurttaşlığın ilan edildiği gün.
Yüz iki yıldır, bu büyük günü bayram olarak kutluyoruz.
Eskiden — “eski Türkiye” diyorlar ya — Cumhuriyet Bayramı, Türk ulusunun ortak değeri, ortak sevinciydi. Herkes kendi mahallesinde, okulunda, meydanında aynı gururla kutlardı. Bayraklar asılır, marşlar söylenir, çocukların gözlerinde o ışığı görürdük.
Ama “yeni Türkiye” denilen bu dönemde bir tuhaflık başladı. Cumhuriyet Bayramı’nı Türk ulusuna özgü bir bayram olmaktan çıkarmak isteyen bir anlayış yavaş yavaş öne çıkıyor.
Son yıllarda görüyoruz:
Kimisi Cumhuriyet Bayramı mesajını, dönüp dolaştırıp Filistin’e, Gazze’ye bağlıyor.
Kimisi Cumhuriyet Bayramı etkinliği diye yardım kermesi düzenliyor — üstelik bunu Cumhuriyet kutlamasıymış gibi sunuyor.
Elbette Gazze’de yaşanan acılar hepimizin yüreğini yakıyor. İnsanlık dramı, vicdanı olan herkesi üzer. Ama Cumhuriyet Bayramı başka bir şeydir. O gün, Türk milletinin kendi geleceğini eline aldığı gündür. O gün, ulusal egemenliğin simgesidir.
Cumhuriyet Bayramı, Gazze’ye, Kudüs’e, başka bir ülkeye bağlanmaz.
Bu bayram, Türk ulusunun bayramıdır.
Gazze’ye yardım etmek isteyen elbette etsin, kermes de düzenlesin, dua da etsin; ama Cumhuriyet’in bayramını karıştırmasın.
Çünkü 29 Ekim, bizim bağımsızlığımızın, özgürlüğümüzün, eşit yurttaşlığımızın simgesidir.
Eski Türkiye’de olduğu gibi, yeni Türkiye’de de bu bayram Türk’ün bayramı olarak kutlanmalı.
Cumhuriyet, Türk ulusunun en büyük eseridir — ve o esere gölge düşürmemek, hepimizin görevidir.
**
Erhürman’ın Saptamaları
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde, Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Başkanı Tufan Erhürman ipi göğüsledi.
Ancak seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz, Türkiye’de bazı medya organlarında ve sosyal medyada ilginç bir kampanya başladı.
Bu kampanyalara göre Erhürman, “KKTC’yi Rumlara peşkeş çekecek”, “Güney Kıbrıs’la federasyon kuracak”tı.
Oysa Erhürman’ın seçim zaferinden sonra yaptığı açıklamalar, bu saldırıların nedenini de açıkça gösteriyordu.
Çünkü Türkiye’de Erhürman’a yöneltilen eleştirilerin ortak bir noktası vardı: Atatürk karşıtlığı.
Erhürman, Mustafa Kemal Atatürk’e duyduğu minnettarlığı her fırsatta dile getiren bir siyasetçi.
Ve belli ki bu tavrı, bazı çevrelerin hiç hoşuna gitmiyor.
Erhürman’ın şu sözleri aslında her şeyi anlatıyor:
“Atatürk olmasaydı hepimiz olmazdık, Ecevit olmasaydı biz asla olmazdık.”
Bu söz, sadece bir tarih hatırlatması değil; aynı zamanda bir duruş ifadesi.
Kıbrıs Türk halkının kimliğini, özgürlüğünü ve varoluşunu hangi temellere dayandırdığını anlatan bir duruş.
Erhürman, seçim sonrasında yaptığı açıklamada da çizgisini net biçimde ortaya koydu:
“Kıbrıs Türk halkı tarih boyunca dimdik ayakta durmuştur.
Bu topraklarda özgürce nefes alabiliyorsak, bunu Mustafa Kemal Atatürk’ün bağımsızlık anlayışına ve Bülent Ecevit’in cesaretine borçluyuz.”
Bu sözler, Kıbrıs Türkü’nün hangi değerlere yaslandığını anlatıyor.
Ama aynı zamanda, bugün neden hedef alındığını da…
Erhürman’ın durduğu yer belli:
Bağımsızlık, laiklik, demokrasi ve Atatürkçü çizgi.
Kıbrıs’ta bazı çevrelerin rahatsız olduğu tam da bu duruş.
Bugün Türkiye’de ve Kıbrıs’ta birileri hâlâ Atatürk’ün mirasından, Ecevit’in cesaretinden rahatsız oluyorsa, Erhürman’ın sözleri onların aynası olmuştur.
Ve bu aynaya bakan, kendi durduğu yeri çok net görür.
**
Eskiden biri işsiz kalınca hemen klasik cümleyi yapıştırırdı:
“Olmazsa simit satar, geçinirim abi…”
Ama o zamanlar bu laflar sadece lafta kalırdı. Simit satanı göremezdik, hep “satarım” kısmında kalırdık, “satma” kısmına hiç geçilmezdi.
Ben de derdim ki: “Yahu kardeşim, lafla simit satılsa, millet tok olurdu zaten!”
Ama son zamanlarda işler değişti.
Simit satmak yeni moda oldu!
Resmen “Simit 4.0 devrimi” başladı!
Eskiden plaza çalışanıydık, şimdi “sokak ekonomisi danışmanıyız.”
Asgari ücretle sekiz saat ter dökmektense, “tezgahımı koyarım, çayımı içerim, keyfime bakarım” modundayız.
Geçenlerde bizim Nuri kardeşi gördüm.
Bir zamanlar fabrikanın en çalışkan elemanıydı; şimdi tezgahın arkasında, güneş gözlüğüyle “Simit & Ayran CEO’su” olmuş.
İstifa dilekçesini müdürün suratına fırlatıp, “Ben artık kendi patronumum” demiş.
Hemen belediyeden ruhsatını almış, seyyar esnaf odasına kaydolmuş, tezgahı da kentin göbeğine yerleştirmiş.
Kısacası: Fabrika tozundan kurtulmuş, simit susamına terfi etmiş!
Bir gün dedim, “Şu şehirde bir dolaşayım.”
Aman Allah’ım! On metrede bir simit tezgahı…
Simit Festivali’ne döndürmüşler caddeyi.
Hem hijyen desen hijyen; simitler cam fanusun içinde, neredeyse maskeli dolaşacaklar.
Bazısı işi ilerletmiş, “Simit Menüleri” çıkarmış:
Sade simit, kaşarlı simit, yanına ayran mı şalgam mı istersin?
POS cihazı bile var! Apple Pay’den simit alıyorsun artık.
Dayanamadım, bir dostun tezgahına yanaştım.
Dedim, “Hayırlı olsun, bir simit bir ayran ver.”
Kasada fiş bile verdi adam!
Toplam 55 lira… Dedim “Bu simit altın tozu mu kaplı kardeşim?”
O da dedi:
“Mevlüt abi, sen anlamazsın bu işten. Eskiden kahvede çalışıyordum, ayda 19 bin anca kazanıyordum. Şimdi her gün 3 bin ciro yapıyorum. Yakında beş tezgahlık ‘Simit Holding’ kuracağım.”
Sonra bana döndü, ciddi ciddi,
“Gel abi, sana da bir tezgah açalım. Mevlüt Simitleri! Paraya para demezsin!” dedi.
Bir an düşündüm…
Haklı olabilir mi?
Belki de geleceğin yatırım aracı gerçekten simit!
Borsada düşer, simitte yükselirsin.
Kim bilir, yakında “Mevlüt’s Bagels” tabelası altında beni de görebilirsiniz.
Yanında ayran değil de, soğuk kahve satarım belki, zira vizyon şart!
**
Ne kadar koçluk varsa topladım!
Yaşam, ilişki, kariyer, bolluk, bereket, nefes…
Sonunda “evde kalmışlar için özgüven koçluğu” bile çıktı, onu da alayım dedim, tam takım oldum.
Eskiden Mine olarak, yazardım.
Aşkı yazardım, tutkuyu yazardım, adamları tanır, sonra da roman kahramanı yapardım.
Ama bir süre sonra “deneyimlemek için birlikte olma” işi sanatsal olmaktan çıktı, yorucu hale geldi.
Aşk da bayatladı, yazı da.
“Ben ne yapacağım şimdi?” diye sabah kahvemi içerken düşündüm.
Kafamda yalnız bir kuş tünemiş gibiydi: Kukumav Mine.
Derken, mucize gerçekleşti.
Sosyal medya ve yapay zekâ el ele verip beni kurtarmaya karar verdiler.
Bir gün Facebook ablam bana, sanki yıllardır içimi okurmuş gibi, “Yaşam Koçu Ol! Kendi Potansiyelini Keşfet!” diye bir reklam fırlattı.
Ardından Instagram kuzenim bastırdı: “Koç ol, enerjini yükselt, ay döngüsüne göre yaşa!”
LinkedIn bile “Profesyonel Koç Olmanın 5 Yolu” diye bildirime girdi.
Ben de dedim ki, madem bu kadar evren çalışıyor, ben de bir ucundan tutayım.
Tıkladım.
İki video izledim, bir test çözdüm, sonra hop!
E-posta kutuma “Tebrikler! Artık Yaşam Koçusunuz!” belgesi düştü.
Bir baktım PDF’si bile şatafatlı — imzalı, damgalı, çerçeveye layık.
Dedim ki: “Mine, sonunda diplomasız kalmadığın bir meslek buldun!”
Bir hafta içinde durmadım.
İlişki koçluğu, kariyer koçluğu, bolluk bereket koçluğu, çocukla iletişim koçluğu…
Sonunda kendime beş sertifika yaptım; beşi de ayrı klasörde, duvarda da bir köşede.
Evin dekoru tamamlandı.
İlk seanslarımı arkadaşlara yaptım.
Birine “Sen içindeki çocuğu sev,” dedim; öbürüne “Negatif enerjini evrene salma.”
Çok işe yaradı, en azından ben öyle dedim.
Zaten kimse sonuç sormuyordu, “Harikasın Mine!” demeleri yetiyordu.
Bir süre sonra belediyeden çağırdılar.
“Kadınlara motivasyon konuşması yapar mısın?”
Tabii dedim. Mikrofonu kaptım, sahnede üç kez “Evren sizi duyar!” dedim, alkış koptu.
Bir dernek, bir parti, bir sendika…
Hepsi “koçluk seansı” istiyor.
Benim için artık haftada üç workshop, iki meditasyon, bir “öz sevgiyle sabah kahvesi” günü rutine bağladı.
Yazarlığı bıraktım mı?
Hayır.
Artık roman yazmıyorum, insanların hikâyelerine not düşüyorum.
Sosyal medyada “Koç Mine ile Dönüşüm Sohbetleri” adlı canlı yayınlarım bile var.
Geçen gün biri “Hocam, sizce ben kimim?” diye sordu.
Ben de “Evrenin yanıtı sensin,” dedim.
Ne dediğimi ben de anlamadım ama bin beğeni geldi.
Şimdi Cumartesi sabahları kahvemi alıp kendi kendime diyorum:
“Mine, iyi ki yazarlığı bırakıp koç oldun.
En azından artık herkes kendi romanının kahramanı, sen de editörüsün!”
Türkiye Komünist Partisi’nin yayın hayatındaki yeri zaten tartışılmaz. 30 yılı aşkın süredir Marksist düşüncenin en istikrarlı sesi olan Gelenek dergisi, ardından Boyun Eğme ve TKP Gazetesi, partinin iç yayını Komünist ile Türkiye’de sosyalist basının belleğini oluşturdu.
Şimdi bu zincire yeni bir halka eklendi: “Eşitlik, Özgürlük ve Cumhuriyet için Ortaklaşa.”
İlk sayısı bu ay yayımlanan Ortaklaşa, hem tasarımıyla hem de içeriğiyle dikkat çekiyor. Kaliteli baskı, sade ama estetik bir kapak, tertemiz bir dizgi… Fakat asıl mesele biçim değil, içerik. Uzun zamandır böyle dolu dolu, nitelikli bir dergiye hasret kalmıştık. Her sayfası özenle hazırlanmış, hiçbir yazı “sayfa dolsun” diye konmamış. Gerçek anlamda düşünülmüş, tartışılmış, yazılmış bir yayınla karşı karşıyayız.
Ben dergiden, geçtiğimiz yerel seçimlerde TKP’nin Adana Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan Hüseyin Alpan aracılığıyla haberdar oldum. Sağ olsun, derginin ilk sayısını elden getirdi. Elime alınca fark ettim: Bu sadece bir dergi değil, bir çağrı.
Tam yirmialtı doyurucu makalenin yer aldığı dergide ilgimi çeken o denli yazı vardı ki, hangisinden başlayacağım konusunda biraz tereddüt yapadım. Sonrasında kendisi İttihatçı olarak tanımlayan, Sultan Galiyeçi bir kişi olarak önce Anıl Çınar’ın “İttiatçılık küllerinden doğabilir mié” başlıklı yazısıs okudum ama, sayfaları çevirdikçe karşınıza birbirinden güçlü imzalar çıkıyor:
Kemal Okuyan “İmamoğlu devletten veto mu yedi?” sorusuyla güncel siyasete Marksist bir perspektif kazandırıyor.
Fatih Yaşlı, “Liberaller Cumhuriyet’ten ne istiyor?” başlıklı yazısında, Cumhuriyet’in liberal yorumlarına eleştirel bir gözle yaklaşıyor.
Gözde Somel’in “SSCB ve Türkiye: Devrimci cephede buluşma”sı, tarihsel bağları yeniden hatırlatıyor.
Aydemir Güler’in “Türkiye Cumhuriyeti bir hata mı?” yazısı ise günümüz karşıdevrimci söylemlerine tokat gibi bir yanıt niteliğinde.
Sadece bunlar değil…
Gülay Dinçel’in İzmir İktisat Kongresi değerlendirmesi, Umut Kaya’nın Halkevleri ve Köy Enstitüleri yazısı, Anıl Çınar’ın İttihatçılık küllerinden doğar mı? başlıklı makalesi…
Hepsi Cumhuriyet’i, sosyalizmi, tarihi ve bugünü ortak bir düşünsel zeminde buluşturuyor.
Yirmi altı makaleden oluşan bu ilk sayı, adeta bir kolektif aklın ürünü. “Ortaklaşa” ismi tesadüf değil; içerik de biçim de ortak bir emeğin, ortak bir mücadele geleneğinin yansıması.
Bugün solun sesine, düşünceye, eleştiriye, tartışmaya her zamankinden çok ihtiyaç var. Ortaklaşa, tam da bu ihtiyacın karşısına umutla, bilgiyle, dirençle dikiliyor.
Benim tavsiyem açık:
Eğer düşünmekten, sorgulamaktan, üretmekten yanaysanız; eğer “Eşitlik, Özgürlük ve Cumhuriyet” kavramlarını içi boş sloganlar değil, gerçek birer hedef olarak görüyorsanız, bu dergiyi mutlaka edinin.
Çünkü Ortaklaşa, sadece okunacak değil, paylaşılacak bir dergi.
Ben, Ortaklaşa Dergisinin ilk sayısında yer alan makalelerin adların yazayım, siz TKP’den bir Ortaklaşa cdergisi temin ederek okuyun:
Kemal Okuyan: İmamoğlu devletten veto mu yedi?
Aşkın Süzük: Çözüm değil çözülme
Toprak Karacabeyli: Siyaset alanını daraltılması
Sunay Gedik: Barış Terkoğlu söyleşisi: Aslolan masaya oturmak değil onu daıtmaktır söyleşisi ve Cumnuriyet’in ilk fabrikası: Bir kızıl yıldız
Gülay Dinçel: Boeing uçarken sermaye kanatlanıyor, İzmir İktisat Kongresi
Ogün Eratalay: Suriye siyaseti: Kuralsız, pusulasız, sonuçsuz
Nazlı Somel: Kamusal eğitimin sonu
Aydemir Güler: Türkiye Cumhuriyeti bir hata mı?
Orhan Gökdemir: Yeni Osmanlıcılık: Emperyalist bir hayal
Anıl Çınar: İttihatçılık küllerinden doğar mı?
Engin Solakoğlu: Lozan’da unutturulmak istenen ne?
Gözde Somel: SSCB ve Türkiye: Devrimci cephede buluşma
Nebvzat Evrim Önal: Cumhuriyet’in çözemediği toprak sorunu
Mesut Odman: Mutlu ölmüş bir Cumhuriyetçi
Umut Kaya: Halkevleri ve Köy Enstitüleri
Fatih Yaşlı: Liberaller Cumhuriyet’ten ne istiyor?
Berkay Kemal Önoğlu: Cumhuriyet’in yolu ortaklaşa
Murat Akad: Filistin’e barış yakında gelebilir mi?
Yiğit Günay: Lübnan izlenimleri
Ayhan Keser. Çin’in gövde ghösterisi
Prabhat Patnaik: Sosyalizm bunalımlardan nasıl kaçınır?
Selin Güralp: ‘Bütün insanlar için ekmek, ışık ve şarkı’
Kaya Tokmakçıoğu: Ortak Hayal: Geleceği hayal etmek, hep birlikte
**
TKP Adana İl Örgütü açılıyor
Türkiye siyasetinde bazen sessizlik, fırtınadan daha anlamlıdır. Türkiye Komünist Partisi (TKP) uzun süredir o sessiz ama kararlı yürüyüşünü sürdürüyordu. Gürültüye kapılmadan, vitrin siyaseti yapmadan, halkın arasında, mahallenin içinde kök salma iddiasıyla “semt evleri” modelini kurdu. Bu model, Türkiye siyasetinde özgün bir örgütlenme biçimi olarak yerini aldı.
TKP bugüne kadar “semt evi” adını verdiği bir örgütlenme modeliyle çalışıyordu. Parti binalarının kapalı kapıları ardında değil, mahallenin içinde, halkın arasında yer almayı tercih etmişti. Adana’da Akkapı, Anadolu, Toros ve Yavuzlar semtlerinde açılan bu semt evleri, sadece siyaset yapılan yerler değil; dayanışmanın, sohbetin, birlikte üretmenin mekânları olmuştu. Semt evleri, TKP’nin masa başı siyasetinden çok halkın yaşam alanlarında nefes alan bir örgütlenme anlayışını temsil ediyordu.
Şimdi TKP, bu halk odaklı deneyimini daha geleneksel bir siyasal merkezle buluşturuyor. Yarın, İller Bankası Kavşağı’ndaki Hasan Kılıç Apartmanı’nın üçüncü katında yeni Adana İl Başkanlığı kapılarını açıyor. Saat 17.00’de yapılacak açılış töreni, yalnızca bir büro açılışı değil; aynı zamanda TKP’nin Adana’da yeni bir döneme başlama ilanı olacak.
Yeni il binası, partinin hem klasik örgütlenme biçimini hem de “semt evleri” modelini birlikte yürütme hedefinin merkezi olacak. Yani bir yandan siyaset kurumu olarak parti, öte yandan toplumsal yaşamın içinde bir dayanışma ağı olarak semt evleri varlığını sürdürecek. Bu sentez, TKP’nin kendine has çizgisini güçlendirebilir.
Türkiye siyasetinde partiler çoğu zaman seçim dönemlerinde görünür olur, sonrasında görünmezliğe bürünür. TKP ise tam tersini yapıyor: Sokağı, mahalleyi, gündelik yaşamı siyasetin sahnesi haline getirmeye çalışıyor. Yeni il binası, bu anlayışın daha görünür hale geleceği bir merkez olacak gibi görünüyor.
Adana, siyasetin her rengini barındıran bir şehir. Bu renklerin içinde kırmızının yeniden parlaması, kentin politik mozaiğine farklı bir ton katacaktır.
Yarınki açılış, sadece bir bina açılışı değil; bir dönemin yeniden filizlenmesi olabilir. Yarınki açılış, Adana’daki sosyalist/komünist geleneğin yeniden nefes aldığı bir gün olacak gibi görünüyor.
TKP, “siyaset halkın arasında yapılır” iddiasını artık yeni bir adreste, ama aynı kararlılıkla sürdürecek gibi görünüyor.Kısacası, İller Bankası Kavşağı’nın üçüncü katında bir ışık daha yanacak…
Kiminin gözüne küçük görünebilir ama siyasette bazen en büyük işler, en mütevazı kapılardan içeri girilerek başlar.
Yaşamının bir dönemini Adana’da geçiren, Türk edebiyatının unutulmaz “Bayrak Şairi” Arif Nihat Asya, bir Türk milliyetçisiydi. Her ne kadar Mevlevilikte şeyhlik makamına kadar yükselmiş olsa da, o hiçbir zaman Türk milliyetçiliğinden vazgeçmedi; bu dünyadan da bir Türk milliyetçisi olarak göçtü.
Şiirlerinde Türk’ü, Türk’ün tarihini, inancını, kültürünü öne çıkardı. Soyadını bile, Türklerin Anadolu’ya geldiği son durak olan Orta Asya’dan almıştı. Çünkü amacı, Anadolu’daki Türklerin geldikleri yeri, yani köklerini unutmamalarıydı. Bu yüzden Türk milleti onu “Bayrak Şairi” olarak bağrına bastı.
Milliyetçi camiaların simgesi hâline gelen Arif Nihat Asya, MHP’nin düzenlediği gecelere katılır, salonları dolduran ülküdaşlarına şiirleriyle millî ruhu aşılar, Türklük bilincini doruğa çıkarırdı.
Ancak bugün, ne gariptir ki; siyasal İslam çizgisindeki bazı çevrelerin Arif Nihat Asya anmaları düzenlediğine tanık oluyoruz. Türk milliyetçiliğiyle aralarına mesafe koymuş, hatta kimi zaman bu fikre soğuk bakan yapıların, Türk milliyetçiliğinin sembol ismini anmaları düşündürücü değil mi?
Dünya görüşleri taban tabana zıt. Biri Türk milletinin varoluşunu, tarihini, kültürünü yüceltir; diğeri ise daha çok Filistin, Gazze, Arakan, Suriye gibi yabancı coğrafyaların acılarını kendi dertlerinden öne koyar. Hâl böyleyken, Türk milliyetçiliğinin gür sesi Arif Nihat Asya’yı nasıl anlatacaklar, nasıl sahiplenebilecekler?
Arif Nihat Asya’nın hayatı boyunca sadık kaldığı Türk milliyetçiliği, bu çevrelere kilometrelerce uzakta durmaktadır. “Yaklaştılar” desek, öyle değil. “Asya’yı seviyorlar, benimsiyorlar” desek, o hiç değil…
Eskiler boşuna dememiş: “Bayram değil, seyran değil; eniştem beni niye öptü?” Siyasal İslamcıların, Arif Nihat Asya’yı anma hevesinin altında da muhtemelen başka bir niyet yatıyor. Yakında bunun da gerekçesi anlaşılır elbette.
**
Bayrak Şiiri ve Adana’nın Kurtuluşu
Arif Nihat Asya’yı “Bayrak Şairi” yapan ünlü Bayrak şiiri, Adana’nın kurtuluşunu anlatır. Asya, Adana Erkek Lisesi’nde öğretmenlik yaptığı dönemde, 1940 yılının 5 Ocak günü —Adana’nın düşman işgalinden kurtuluşunun yıldönümünde— bu şiiri kaleme almıştı.
Şiir ilk kez Adana Halkevi’nin yayın organı Görüşler dergisinde yayımlandı. Ardından 1946’da çıkan Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor adlı kitabında yer aldı.
Ne garip bir tevafuktur ki, Arif Nihat Asya tam 35 yıl sonra, 1975 yılının yine 5 Ocak gününde, yani Adana’nın kurtuluş yıldönümünde hayata veda etti. Belki de Tanrı, onu uğruna şiir yazdığı günün kutsallığı içinde yanına aldı.
Arif Nihat Asya’yı “Bayrak” şiiriyle analım; çünkü o şiir yalnızca bir metin değil, bir milletin kaderini, onurunu ve direnişini anlatan bir destandır. Tini şad olsun.
BAYRAK
Arif Nihat Asya
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü,
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım!
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.
Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım.
Seni selamlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder…
Gölgende bana da, bana da yer ver.
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar:
Yurda ay yıldızının ışığı yeter.
Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün
Kızıllığında ısındık;
Dağlardan çöllere düşürdüğü gün
Gölgene sığındık.
Ey şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı
Yüksek yerlerde açan çiçeğim.
Senin altında doğdum.
Senin dibinde öleceğim.
Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim:
Yer yüzünde yer beğen!
Nereye dikilmek istersen,
Söyle, seni oraya dikeyim!
**
Mevlüt Abinin Not Defteri
Ben de tiyo istiyorum
Beni bilen bilir, sporu severim.
Futbol desen aşkımdır, basketbol desen gözbebeğim, voleybol zaten candır.
Ama son zamanlarda bir de kadın futboluna sardım ki, sorma gitsin!
Ö nceki akşam örneğin, İzmir’deki Türkiye–Arnavutluk kadın milli maçını izlerken kendimden geçtim.
Dakika seksen bir… Kader Hançar topu sol kenardan aldı, sağa öyle bir pas attı ki, NASA görse “Bu nasıl yörünge hesaplaması kardeşim!” derdi.
Busem Şeker de topa bir vurdu, top fileye değil sanki kalbime girdi.
Dedim kendi kendime: “Vallahi erkek maçında bile böyle gol görmedim!”
Ama neyse, ben konudan sapmadan asıl meseleye geleyim…
Hakemler!
Hele bir tanesi varmış ki, on sekiz bin kere bahis oynamış.
On sekiz bin!
Ulan ben on sekiz kere şans oyununa girdim, her seferinde zarflı tombaladan çıkmış gibi kaybettim.
Demek ki mesele şans değilmiş, mesele tiyoymuş.
Bak şimdi sevgili hakem kardeşim…
Ben sana karışmam, dilediğin kadar oyna.
Ama şu kadar da paylaşımcı ol be abicim!
Bir kere de “Ya şu Mevlüt abi var, muhtarlığa aday olacak, spor kulübü kuracak, biraz desteğe ihtiyacı var” deyip bana iki maçlık kupon tüyosu versen, ne olur yani?
Benim de hayallerim var yahu!
Spor kulübü kurayım, mahalle gençlerine forma alayım, hatta kulüp logosuna senin adını bile yazarım:
“Tiyospor – On Sekiz Binlikler FC”
Ama yok…
Bizim payımıza hep “şanssız kupon” düşüyor.
Sosyal medyada millet “Bin lirayı bir ayda bir milyona çevirdim!” diyor,
Ben ise “Bir milyon ümidi bir kuponda kaybettim” modundayım.
A be yiğenim; arada tiyolar beni de bay etmen çok mu zor.
Vallahi sonra kızarım. Bak seçimler yaklaşıoyr, spor kulübünü kurma çalışmalarım sona yaklaşıyor.. Acilen para lazım.
Beni, sosyal medyada bin lirayı bir ayda bir milyon yapma vaadinde bulunanlara muhatap etmesen.
Acilen tiyolar bekilyorum yiğenim benim!
Velhasıl kelam, sevgili hakem kardeşim…
Sen VAR’a bakarken bana da bir iki tiyo at,
Yoksa seçim zamanı ben de sana “ofsayt” bayrağını kaldırırım, haberin olsun!
Sosyal medyada biraz vakit geçiren herkes fark etmiştir: Facebook’ta, Instagram’da, X’te (eski adıyla Twitter) “bir ayda milyon kazandıran” yatırım tavsiyelerinden geçilmiyor.
Bir bakıyorsunuz, biri “bin liranı yüz bine çıkaracağım” diyor, öbürü “bir milyon kazanmanın formülünü” veriyor. Elbette amaç belli: insanları oltaya takmak.
Bu “sözde yatırımcılar”, genellikle geçmişteki bir hisse senedinin fiyatını örnek gösterip, “Bakın, bir ayda 10 kuruştan 26 liraya çıktı!” diyerek insanları cezbetmeye çalışıyorlar. Hatta son günlerde bu furyaya “yabancı yatırımcı” kılığındaki yeni hesaplar da eklendi.
Kimi İngiliz aksanıyla video çekiyor, kimi Arapça konuşuyor, kimi Amerikalı olduğunu iddia ediyor — ama hepsinin hedefi aynı: cebinizdeki son kuruş.
Ne kadar kişinin bu tuzaklara düştüğünü tam bilemem ama şunu net söyleyebilirim:
Gerçek yatırım, sosyal medyada değil; ekonomi gazetelerinde, güvenilir finans uzmanlarında, Borsa İstanbul’da, Merkez Bankası verilerinde aranır.
Unutmayın, hayal ettiğiniz “milyonluk kazanç” peşinde koşarken elinizdeki bin lirayı da kaybedebilirsiniz.
Atalarımızın dediği gibi: “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmayın.”
Üstelik sadece yatırım sahtekârları değil, “hayırsever” maskesi takmış başka bir grup da sosyal medyada kol geziyor.
“Kardeşlerimiz için yemek dağıtıyoruz”, “Afrika’da su kuyusu açıyoruz” diyerek yardım kampanyaları düzenliyorlar.
Ancak dikkat edin: Kendi ceplerinden değil, sizin gönderdiğiniz paralarla bu “hayırları” yapıyorlar.
Aradaki fark şu:
Birinci grup “sizi zengin edeceğim” diyerek paranıza göz dikiyor.
İkincisi “bizim adımıza siz hayır yapın” diyerek.
Sonuç değişmiyor: Her ikisi de sizin emeğinizle kazandığınız paranın peşinde.
Gerçek hayır da, gerçek yatırım da samimiyet ister, bilgi ister.
Unutmayın, internetin “her şeyi bilen” sahte uzmanlarına değil, aklınıza ve vicdanınıza güvenin.
**
Tanrı’nın Adaleti: MHP Karşıtlığından AK Parti’ye Kıvrılan Yolculuk
Siyaset, bazen öyle bir aynadır ki bakarken kendi yansımanızı tanıyamazsınız. İyi Parti’nin MHP’ye olan karşıtlığı, kuruluşundan bu yana adeta kutsal bir ritüel gibi sürdü. Her MHP açıklamasına bir “hayır”, her MHP hamlesine bir “karşı hamle”… Ama gelin görün ki, kaderin cilvesi devreye girince, dün “milliyetçiliği kaybettiniz” dediğiniz yere bugün gülerek oturuyorsunuz. İşte siyasette Tanrı’nın adaleti: ironik, acı ama bir o kadar da öğretici.
İyi Parti, kurulduğu günden bu yana siyasetteki en net çizgisini hiç şaşırmadan sürdürüyor: MHP’yi eleştirmek. Her MHP açıklamasına karşıt bir açıklama, her MHP politikasına karşı bir tavır geliştirmek… Kuruluş iddiaları “seküler milliyetçi” bir parti olarak MHP’nin gölgesinden sıyrılmak, milliyetçiliği baskı altına alanlarla yan yana durmamak üzerineydi. Ancak bu hedef, yıllar içinde kendisini “yalnızca MHP karşıtlığı” eksenine hapsetti.
Ne Meral Akşener’in liderliğinde ne de günümüzde “ülkücü” başkan Müsavat Durmuş Dervişoğlu döneminde bu çizgide bir değişiklik olmadı. MHP eleştirisi dışında politika üretemeyen İyi Parti, siyasal yolculuğunda her geçen gün kan kaybetti. Son anketler, eski Millet İttifakı ortağı partilerin yandaşlarının çabalarına rağmen oy oranlarının hâlâ yüzde 2–3 civarında seyrettiğini gösteriyor. Üstelik içeriden, milliyetçilik iddiasını daha radikal biçimde savunan Zafer Partisi gibi oluşumlar çıkıyor.
İyi Parti’de uzun süredir süren istifa dalgası hâlâ devam ediyor. Önceki dönemde ayrılanların çoğu siyasal geleceklerini CHP’de arayarak oraya yöneldi; en büyük güvenceyi de Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’ın desteğinde buldular. Ancak daha ilginç olan, aralarında milletvekillerinin de bulunduğu bazı isimlerin rotasını AK Parti’ye çevirmesi.
Düşünün: Bu kişiler, MHP’nin AK Parti ile ittifak kurmasını yerden yere vuruyor, MHP’yi milliyetçilikten uzaklaşmakla suçluyor, tüm siyasal yaşamlarını MHP ve AK Parti karşıtlığı üzerinden şekillendiriyorlardı. Ve şimdi, dün eleştirdikleri yere gidiyorlar.
Eskiler “Allah’ın sopası yok” derdi. Sopası var mı yok mu bilemem ama, İyi Parti’den AK Parti’ye yönelenler, Tanrının adaletinin bir şekilde yerine geldiğini bizlere gösteriyor: Dün suçladığınız sözleri, bugün size yediriyor; dün eleştirdiğiniz yere, bugün gönderiyor.
Siyasette ironiler, bazen en ilginç dersleri verir. Ve bazen, Tanrı adaleti, en beklenmedik yerlerde ortaya çıkar.
**
Mevlüt Abinin Not Defteri
Birikimlerimi halkımla paylaşacağım
Sevgili halkım, dostlarım, takipçilerim!
Artık saklamıyorum, zaman geldi: Sosyal medyada birikimlerimi paylaşacağım. Ekonomi, siyaset, yatırım… Hepsi Mevlüt Abinin elinden çıkma reçetelerle!
Bana kulak verin; cebinizdeki yüz lira, bir ayda bir buçuk milyon, iki ayda altı milyon olacak. Tabii ki benim öğretilerimle. Yani dikkat edin: Bu işler “rastgele zengin olma” değil, “Mevlüt Abisi dinle, fakirliği unut” sistemidir.
Kısa sürede fakir fukara diye horlananlardan, hatırı sayılır efendiler konumuna geçeceksiniz. Birkaç ayda havuzlu villa sahibi olacaksınız; çocuklar için bir villa daha alıp “villalar kolonisi” kuracaksınız. Evet, yanlış okumadınız, koloniyi siz kuracaksınız.
Borsada yüz milyonluk hisseler, bankada yüz milyonluk mevduatlar, evde yastık altında çil çil altınlar… Ve tabii ki siyaset! İlçe yönetimine bile yazılamazken, ilk seçimde milletvekili adayı olacak, beş altı dönem TBMM keyfini çıkaracaksınız.
Ama uyarıyorum: Bu hızlı zenginleşme ve siyasi yükseliş sürecinde, “yarın başlıyorum” diyenler kazanır. Dinleyin Mevlüt Abinizi; yaşamınız değişsin, yastık altındaki altınlar cüzdanınıza dönüşsün, villalarınız kolonileşsin, TBMM’de sandalye kapın!
Unutmayın: Mevlüt Abinin yöntemi garantili… en azından kendisine göre.
Bu köşenin müdavimleri hatırlayacaktır; daha önce de Sarıçam’ın Beyceli Mahallesi’nde, Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan yeni caddeyle ilgili sorunları defalarca dile getirmiştim.
Hüseyin Sözlü döneminde, bağçelerimize girilerek hiçbir tebligat yapılmadan zeytin ağaçlarımız kesilmiş, topraktan geniş bir yol açılmıştı. Ardından göreve gelen Zeydan Karalar, sağ olsun, Tülekli Caddesi adı verilen bu yolun altyapısını ve üstyapısını tamamlayarak gerçek bir cadde görünümüne kavuşturdu.
Ancak ne yazık ki, ışıklandırma yapılmadığı için bu güzel cadde kısa sürede farklı bir amaca hizmet eder hale geldi. Akşam saatlerinden itibaren arabasında yüksek sesle müzik dinlemek, içki içmek, hatta motosiklet ve otomobil yarışı yapmak isteyenlerin uğrak noktası oldu. Hal böyle olunca, cadde sakinleri olarak geceleri uyku uyuyamaz hale geldik.
Konuya defalarca değinmemizin ardından, Toroslar EDAŞ’tan Eren Altunsüzen arayarak, Kurban Bayramı sonrasında aydınlatma çalışmasının yapılacağını belirtmişti. Ancak bir süre sonra, caddenin “refüjlü yol” statüsünde olduğu ve Büyükşehir Belediyesi’nin refüj çalışmasını tamamlamasının beklendiği ifade edildi.
Yaklaşık bir ay önce Büyükşehir Belediyesi refüjü tamamladı, Toroslar EDAŞ da elektrik kablolarını döşedi. Hatta direklerin dikileceği noktalar bile hazır hale getirildi. Ancak o günden bu yana bir ay geçti ve ne yazık ki EDAŞ hâlâ o aydınlatma direklerini yerlerine dikmiş değil.
Sonuç mu?
Cadde, yine geceleri karanlığa bürünüyor.
Yine arabasında müzik dinleyen, içki içen, gürültü yapan kişilerin buluşma noktası haline geliyor.
Yani Tülekli Caddesi, yeniden bir “gece kulübü park alanı”na dönüşmüş durumda.
Buradan Toroslar EDAŞ yetkililerine bir kez daha sesleniyorum:
Artık şu direkleri dikin!
Bu caddeyi karanlıktan kurtarın, mahalle sakinlerini huzursuz eden bu tabloya son verin.
Tülekli Caddesi, Adana’ya yakışır bir şekilde aydınlansın; hem güvenli, hem huzurlu bir yaşam alanı haline gelsin.
Toroslar EDAŞ, bugüne kadar Adana genelinde pek çok başarılı altyapı ve aydınlatma projesine imza attı. Tülekli Caddesi’nin de bu çalışmalardan biri olarak en kısa sürede aydınlatılacağına inanıyoruz.
Kısacası, bu çağrımız bir eleştiriden ziyade bir hatırlatma ve iyi niyetli bir talep olarak değerlendirilmelidir.
Tülekli Caddesi’nin karanlık günlerinin geride kalması, hem mahalle sakinlerinin hem de Adana’nın genel huzuru açısından güzel bir adım olacaktır.
**
Emekçi yurttaşlar nerede?
Adana Büyükşehir Belediyesi güzel bir işe imza atmış.
Daha doğrusu, Başkan Zeydan Karalar’ın başlattığı Kadın Emeği Pazarı uygulamasını sürdürmüşler.
Atatürk Parkı ile Ziyapaşa Bulvarı arasında kurulan Seyhan Kadın Emeği Pazarı, Büyükşehir Belediyesi Kadın ve Aile Hizmetleri Daire Başkanlığı tarafından yürütülen, kadınların ekonomik yönden güçlenmesini hedefleyen bir çalışma. Kadın emeğinin görünür olmasını, ev ekonomisine katkı sağlayan üretken kadınların desteklenmesini amaçlıyor.
Büyükşehir Belediye Başkan Vekili Güngör Geçer de pazarı ziyaret etmiş. Açıklamasında, kadınların ekonomik alanda güçlenmesi adına pozitif ayrımcılık politikalarını sürdüreceklerini söylemiş. Gerçekten de, bu tür çalışmaların hem sosyal hem ekonomik boyutu bakımından kent yaşamına değer kattığı ortada.
Ancak belediyenin servis ettiği fotoğraflarda dikkat çeken bir ayrıntı vardı. Başkan Vekili Geçer’in etrafını saran kadınların neredeyse tamamı tanıdık simalardı; kimisi muhtar, kimisi belediye çalışanı, kimisi de partiliydi.
Hal böyle olunca insan sormadan edemiyor:
Yurttaş nerede?
Yani, el emeğini satarak ailesinin geçimine katkı koymaya çalışan, pazardaki gerçek emekçi kadınlar neden o karelerde yoktu?
Acaba, orada sade yurttaş kadınlar gerçekten yok muydu, yoksa objektif sadece protokol çevresine mi odaklandı?
Belki de iyi niyetle yapılan bir etkinlik, yanlış bir iletişim tercihi nedeniyle “sadece partililere ait bir etkinlik” görüntüsü vermiş oldu.
Aslında Başkan Vekili Geçer, samimi ve çalışkan bir isim. Ancak çevresindeki ekibin, halkla bütünleşme konusundaki hassasiyeti biraz daha özenli olabilir. Çünkü bu tür etkinliklerin özü “kadın emeğini desteklemek” olduğu kadar, “kadınla yan yana durmak”tır da.
Bence Sayın Geçer bundan sonraki benzer ziyaretlerde, partili isimler yerine pazarda tezgâh açan, üretimiyle geçinen kadınlarla bir araya gelirse hem kendisi hem de CHP kazanır. Çünkü halkın arasında görünmek, bir fotoğraftan çok daha fazlasını anlatır.
**
Mevlüt Abinin Not Defteri
Bin küsür yıldır Hz. Ömer ve adaletini anlatmak
Bizim toplumda bir “anlatma” ve “anlama” sorunu var gibi geliyor bana…
Geçen gün dedim ki: “Hadi biraz yürüyeyim, hem spor olur hem de memleketi gözlemleyeyim.”
Aldım bastonumu — pardon, yürüyüş bastonunu — çıktım Adana caddelerine.
Cadde senin, bulvar benim, turlamaya başladım.
Daha ilk köşeyi döner dönmez, karşımda bir afiş!
Renkli, büyük, dikkat çekici…
Adeta “Hoş geldin caddeye!” diyor.
Ben de tam “Hoş bulduk” diyecektim ki, gözüme yazı takıldı:
“Konferans: Hz. Ömer ve Adalet.”
Konuşmacı: Kerameti kendinden menkul bir hoca efendi.
Bir duraksadım.
Dedim ki kendi kendime:
“Yahu bu konu bana tanıdık geliyor.”
Sonra anımsadım:
Bu hoca efendi geçen yıl da anlatmıştı bunu.
Ondan önceki yıl başka bir hoca anlatmıştı.
Ondan evvelki yıl da başka biri…
Kısacası, bin küsür yıldır anlat anlat bitmiyor bu Hz. Ömer’in adaleti!
Bakın, yanlış anlaşılmasın.
Hz. Ömer’in adaleti elbette mühim.
Ama on yıl üç ay süren bir halifelik döneminin adalet uygulamasını anlatmak, taş çatlasa bir saat sürer.
Kitap yazsan yüz sayfayı geçmez.
Ama bizim hoca efendiler öyle bir anlatıyor ki, sanki Hz. Ömer hâlâ adalet dağıtıyor da biz yetişemiyoruz!
Demek ki ya biz anlamıyoruz, ya da onlar anlatamıyor.
Yani ortada bir iletişim kazası var.
Bin üç yüz seksen bir yıldır aynı konuyu anlatıyorsak, bir yerde yanlışlık var.
Belki de hoca efendiler “adaleti” anlatmakla meşgulken, biz “adaleti” beklemekle meşgulüz.
Onlar konuşuyor, biz dinliyoruz; ama adalet, hâlâ yolda!
Kısacası, Adana sıcağında yürürken öğrendim ki:
Bazı konular hiç eskimiyor…
Ama dinleyiciler epey terliyor!