ÖMER ALPDOĞAN

ÖMER ALPDOĞAN

12 Eylül 2025 Cuma

Hüseyin Atila’dan Özel’e tam destek

Hüseyin Atila’dan Özel’e tam destek
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Türkiye siyasetinin içinde bulunduğu çalkantılı süreçte, sağlam duruş sergileyen isimlerin önemi giderek artıyor. Bu isimlerden biri de, siyaset yolculuğuna Demokrat Parti’de başlayıp son yedi yıldır Cumhuriyet Halk Partisi saflarında devam eden Hüseyin Atila.

Son günlerde CHP İstanbul İl Başkanlığı’na Gürsel Tekin’in kayyum olarak atanması sonrası parti içinde yaşanan tartışmalar ve istifalar, kamuoyunda geniş yankı bulmuşken; Hüseyin Atila’nın bu süreçte sergilediği tutum, dikkatleri üzerine çekmesine yol açtı.

Atila, CHP Genel Merkezi’ne giderek Genel Başkan Özgür Özel ile yüz yüze bir görüşme yaptı ve desteğini bizzat iletti. Bu ziyaret, sadece bir nezaket ziyareti değil; aynı zamanda parti içi dayanışma ve sadakat mesajıydı. Özellikle Tekin’in kayyum olarak partide egemenlik sağlamaya çalıştığı, CHP’nin içeriden ve dışarıdan baskı gördüğü bir dönemde, Atila’nın “particilik değil, birlik zamanı” yaklaşımı CHP tabanında olumlu karşılandı.

Hüseyin Atila, daha CHP’ye resmen katılmadan önce bile Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik, siyasi ve etik buhrandan kurtulmanın yolunun “birleşmekten” geçtiğini savunuyordu. Toplum üzerindeki iktidar baskısına karşı çözümün, tüm demokratik kesimlerin CHP çatısı altında bir araya gelmesinden geçtiğini dile getiriyordu.

Bu fikirlerini sözde bırakmayarak pratiğe döken Atila, CHP’ye katıldıktan sonra gerek yerel seçimlerde gerekse örgüt çalışmalarında bir nefer gibi mücadele etti. Özellikle Adana’da partinin saha çalışmalarına katkısı, teşkilatın ve seçmenin gözünden kaçmadı.

Bugün geldiğimiz noktada, Hüseyin Atila’nın Adana’dan milletvekili adayı olması neredeyse kesin gözüyle bakılıyor. Parti içerisinde hem tabanın hem de genel merkezin desteğini arkasına almış durumda. CHP’nin yerelden genele yürüttüğü değişimci, kapsayıcı ve birleşmeci çizgisinde onun gibi isimlerin önemi daha da artıyor.

Özgür Özel’in genel başkanlığıyla başlayan “yeni CHP” vizyonu, sadece yönetim kademelerinde değil, örgütlerde ve aday profillerinde de kendini göstermeye başladı. Hüseyin Atila bu profilin önemli temsilcilerinden biri olarak ön plana çıkıyor.

Zaman, ayrışmanın değil birleşmenin zamanı. Türkiye’nin geleceği için sağlam duruşlara, sahada mücadele eden isimlere ve ilkeli siyasetçilere ihtiyaç var. Hüseyin Atila’nın durduğu yer, tam da bu noktaya denk geliyor.

 

**

Mevlüt Abinin Not Defteri
Kafamda Binbir İş, Gönlümde Bir Gece Kafesi

Son zamanlarda bende bir haller var. Resmen meslek cambazına döndüm. Sabah belediye başkanı olayım diyorum, öğleye doğru “Avukat olsam fena mı olur?” diye düşünüyorum, akşamüstü ise kendimi astronot kıyafetleri içinde hayal ederken buluyorum. En son geldiğim nokta: Gece kafecisi olacağım! Evet evet, yanlış duymadınız. Bildiğiniz gece vakti, caddede, arabamın bagajında çay, kahve, üç beş bisküvi… Belki bir de nostaljik radyo!

Bu kadar fikir değiştiriyorum ama suç bende değil. Etrafta herkes bir işler çeviriyor, para su gibi akıyor, ben de bakıyorum: “Bu işte para var!” diyorum. “En iyisi ben de bu işe atlayayım.” Yani kapitalizmin romantik versiyonu: Gözüm dışarda, gönlüm çay termosunda.

Şimdi son kararım şu: Eski model bir otomobil alacağım. Ama öyle sıradan bir otomobil değil. Hem çay demleyecek, hem tost basacak, hem de muhabbet koyulaştıracak bir şey olmalı. Sonra doğru caddenin kenarına! Hedef: kaldırım.

Bizim mahallede kaldırım diye bir şey kalmadı zaten. Araba dediğin 17.00’de kaldırıma çıkar, gece 24.00’e kadar orada nöbet tutar. Bazıları işi iyice abarttı, bagajdan sandalye çıkarıyorlar, mini masa kuruyorlar, çay termosu, bluetooth hoparlör… Sanki kaldırım değil, sahil kasabası!

Geçen gün birini yakaladım: Saat 17.00 gibi eve geliyorum, baktım kaldırıma park etmiş, sandalyesini açmış, önüne masa kurmuş, elinde de çaydanlık. Çay servisi yapıyor mübarek! Gece boyunca da oradaydı. Sabah 08.30’da işe giderken hâlâ aynı yerde oturuyordu. Vallahi bravo, adam 16 saatlik mesaiyi bagajdan yönetiyor. Kurumsal hayatın bile bu kadar verimli elemanı yok.

Ben de diyorum ki: Madem bu kaldırım kafeleri bu kadar tutuyor, ben neden işin kaymağını yemeyeyim? Eski model bir araba, katlanır iki sandalye, çay takımı, minik bir tabela:
“Mevlüt Abi’nin Gece Kafesi – 4 Teker Üstü Sohbetler”

Ama tabii önce müsait bir kaldırım bulmam lazım. Zira bizim oralarda kaldırımda yer bulmak, İstanbul’da deniz gören ev bulmaktan daha zor. Bütün kaldırımlar şimdiden parsellenmiş gibi. Harita uygulamasına kaldırım müsaitlik durumu ekleseler yeridir.

Yani anlayacağınız, “Gece kafecisi olacağım!” diye yola çıktım ama şimdiden cadde arama telaşına düştüm. Belki bir gün siz de gece yarısı bir kaldırım kenarında, bagajdan gelen çay kokusuna doğru yürürsünüz… Orası Mevlüt Abinin yeri olabilir.
Çaylar benden, muhabbet sizden!

Devamını Oku

Manifest Grubu ve toplumun ahlakı

Manifest Grubu ve toplumun ahlakı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Son günlerde İstanbul’da verdiği konserle gündeme gelen Manifest Grubu, müzik dünyasında kendi yolunu çizen, genç ve cesur bir grup olarak dikkatleri üzerine çekti. Ancak bu grubun yarattığı etkiler sadece müzikle sınırlı kalmadı. Siyasal İslamcı çevreler, grup üyelerine yönelik ağır eleştirilerde bulunarak, onları sanatçı olmamakla suçladı ve konserlerinin toplumsal ahlakı tehdit ettiğini ileri sürdü. Sosyal medyada başlatılan linç kampanyası, bu grubun sanatını ve özgürlüklerini hedef alırken, toplumsal hoşgörü ve sanat özgürlüğü konularında önemli bir tartışma başlattı.

İlginç olan, bu grubun konserlerine gitmeyen, dinlemeyen ve sadece sosyal medyada yorum yapan kişilerin, sanatçılara yönelik hakaretler yağdırmasıdır. Bir konseri izlemeyen ve grubun sanatını anlamayan bu kesim, toplumsal ahlakı koruma adına harekete geçtiğini iddia ederek, Manifest Grubu’nun konserlerini yasaklama çağrısı yapmıştır. Konuyla ilgili olarak Adana Valisi Yavuz Selim Köşger’e yönelik bir baskı da oluşmuş, Yeniden Refah Partisi Adana İl Başkanı’nın yaptığı açıklama ile konserin iptal edilmesi talep edilmiştir. İl Başkanı, “Sanat kisvesi altında gençlerimizin maneviyatını, ahlakını ve aile yapısını hedef alanlara asla müsamaha gösteremeyiz” diyerek, bu tür konserlerin toplumsal yapıya tehdit oluşturduğunu ileri sürmüştür.

Bu açıklamalardaki asıl endişe, sanatın toplumsal değerlerle örtüşmesi gerektiği düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Ancak sanatın, özgürlüğün ve yaratıcı düşüncenin temel bir ifade biçimi olduğunu unutmamak gerekir. Toplumun tüm kesimlerinin sanatını aynı kalıplara sokmak, sanatı anlamak yerine onu bir ideolojik araca dönüştürmek, sadece özgürlüğün kısıtlanmasına neden olur. Buradaki sorun, bir grup sanatçının toplumsal ahlaka uymayan bir tavır sergilediğini iddia edenlerin, sanatın özgür ve çok sesli yapısını tehlikeye atmalarıdır.

Peki, bu düşünce yapısının ne kadar tehlikeli olduğunu anlamak için bir karşılaştırma yapmak gerekirse, aynı şekilde bir grubun, örneğin dini içerikli şarkılarla ve konserlerle sahneye çıkıp, bir grup sanatçıyı toplumsal yapıya aykırı hareket etmekle suçlayan bir toplum düşünün. Eğer, sol/sosyalist çevreler, ilahi tarzındaki şarkıların sosyal yapıyı bozduğunu iddia ederek konserlerin yasaklanmasını isteselerdi, ne olurdu? Ya da bir grup sanatçıyı, “sanatçı” olarak görmeyip, konserlerinin yasaklanmasını isteyenler, kendi dünya görşünü seslendiren sanatçılara aynık suçlamalar yapılsa ne hissederdi? Bu tür baskılar, sadece bir ideolojiye dayalı tek bir düşüncenin topluma dayatılmasına yol açar.

Sanatın özgürlüğü, bireysel ifade özgürlüğünün en temel unsurlarından biridir. Hiçbir ideolojik grup, diğerlerinin sanatına müdahale etme hakkına sahip değildir. Sanat, bir toplumun farklı düşünce biçimlerini, kültürel mirasını ve toplumsal yapılarını yansıtan dinamik bir alandır. Bu yüzden, yalnızca belirli bir dünya görüşünü yansıtan sanat biçimlerine saygı duymak, sanatın özünü anlamamak demektir. Aynı şekilde, yalnızca toplumsal normlara uyan sanatın varlığına izin verilmesi, sanatın gücünü ve etkisini kaybettirir.

Toplumun farklı kesimlerinden gelen sanatçıların sahneye çıkması, bu toplumu daha zengin, daha çeşitli ve daha hoşgörülü kılar. Bugün, Manifest Grubu’nun 12 bin kişilik bir izleyici kitlesine ulaşması, onların sanatının toplumsal bir karşılığı olduğunu gösteriyor. Manifest Grubunu izleyenler parasıyla bilet alıp konser yerine gitmişler. Acaba grubu eleştirenlerin çok sevdikleri dinsel müzik içerikli, ödüllü konserler bilet satılarak yapılsaydı acaba kaçı cebinden para veripr bilet alarak etkinliğie giderdi.  Sanatçılar, sadece toplumun kendi kesimlerini değil, tüm insanları kucaklamalıdır. Fakat, siyasal ideolojiler tarafından dayatılan sanat anlayışı, bu çeşitliliği yok eder. İnsanlar, sadece kendi görüşlerine uygun olan sanatçılara yer bırakıldığı bir toplumda, sanatın ruhunu kaybederler.

Yapılması gereken şey, sanatçıların özgürlüklerini savunmak, onları ideolojik baskılara karşı korumak ve her türlü dayatmaya karşı durmaktır. Sanat özgürlüğü, sadece Manifest Grubu’nun konserini savunmakla değil, tüm sanatçılar için bir hak olarak kabul edilmelidir. Aynı şekilde, toplumsal hoşgörü ve adalet de, her türlü sanat eserinin ifade özgürlüğüne sahip olmasını sağlamalıdır. Yasakçılara ve toplumu kendi dünya görüşlerine göre şekillendirmeye çalışanlara karşı durmak, sanata ve özgürlüğe sahip çıkmak, bu çağın en büyük sorumluluğudur.

Sonuçta, toplumsal huzur, sadece bizim görüşlerimize uyan sanatla değil, tüm sanatların özgürce ifade bulabildiği bir ortamda mümkündür. Bugün, Manifest Grubu’na yapılan saldırılar, yarın başka bir grubun sanatını hedef alacak. Toplumsal adaletin ve sanat özgürlüğünün korunması için, herkesin farklılıklarına saygı gösterdiği bir sanat anlayışı benimsenmelidir.

 

**

 

Mevlüt Abi’nin Not Defteri

Aday olmak için İlk Adım

Geçen hafta sonu, her zaman olduğu gibi Sarıçam’ın mahalle turlarındaydım. Hani, o her hafta sonu mahalle kahvelerini dolaşan, herkesle selamlaşan, biraz da dedikodu yapan tiplerdenim. O gün de öyle, susamışım, bir çeşme başında su içmeye durdum. O sırada birinin kahvehaneye doğru gittiğini fark ettim. Hani insan bazen, “Ben bu adamı nereden tanıyorum?” diye düşünür ya, aynen öyle bir şey oldu. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. Kimdi bu? Belleğimi yokladım, iyice zorladım, neredeyse beynim dondurucudan çıkar gibi oldu. Sonunda… buldum! O kişi, bizim meşhur müzmin milletvekili, belediye başkan adayı, belediye meclisi adayı, muhtar adayı… yani her şey adayıydı. Adı Hasan Koltukçu idi.

Beni aniden tanıyıp “Ne yapıyorsun burada?” demedi ama içimden “Hadi bakalım, bir kahve içelim de, biraz sohbet edelim” dedim. Ardına düştüm, peşinden kahvehaneye girdim. Koltukçuzade Hasan, benim gelmeme çok aldırış etmeden nutuk atmaya başlamıştı bile. Bir yanda “Sarıçam’a hizmet yok, ben belediye başkanı olursam ilçeyi cennet yapacağım” derken, diğer yanda da “Türkiye’nin en büyük cazibe merkezi olacak” diyordu. Neredeyse Mars’a falan da hizmet götürecek gibi bir havası vardı.

Bir saat kadar dinledim. O sırada bir yandan da, “Ulan bu adamın dedikleri ne kadar uçuk, acaba ben de aday olsam mı?” diye düşünmeye başladım. Ama Koltukçuların Hasan Bey, öyle bir anlatıyordu ki, “Bu adamda bir şey var!” diye düşündüm. Sonunda konuşmasını bitirdi, ben de çayı alıp masasına gittim.

“Hayırdır, seçimlere daha çok var, erken başlamışsın. Hangi partiden adaysın?” dedim. O da gülerek, “Henüz bir partim yok. Ama erken kalkan yol alır, ben de şimdiden çalışmaya başladım. Bak, öyle kolay değil. Ben seçimlere kadar o kadar yol alırım ki, diğer adaylara tur bindiririm, onlar da sonunda bana ‘Aday ol’ diye yalvarır. Kasama uyan parti, beni aday yapar” dedi.

Vallahi, Koltukçuzade’nin bu söylediklerini duyunca “Aç tavuğu rüyasında darı görmesi gibi bir şey” olduğunu düşündüm. Ama öyle bir özgüven var ki, aklınıza gelmez. Adam, öyle rahat bir şekilde kendi başkanlık rüyasını anlatıyordu ki, sanki Sarıçam’ın kaderi Koltukçuların Hasan’ın elindeydi. “Beni başkan yapmazlarsa yazık olur!” havasında.

Ama işin en komiği, gerçekten “Yahu ben de mi aday olsam?” diye düşünmeye başlamış olmam. Hasan Koltukçu’yu bu kadar ciddiye alan bir adam varken, benden de olur belki, dedim içimden. Hani diyorlar ya, “Birinin başkanlık hayali var diye, herkes de başkan olabilir mi?” diye. İyi de, Koltukçuzade’nin hayalini görünce, “Neden olmasın?” dedim.

Ama sonra birden fark ettim, Hasan Koltukçu’nun kafasındaki o başkanlık rüyasını ve seçimdeki o inançlı halini görünce, “Ulan, ben de bir partiden aday olsam ne olur ki? Herkesin hayali değil mi zaten başkanlık?” diye de düşündüm. Hatta ben de küçük bir açıklama yapayım: “Ben de seçimlere kadar yola devam ederim. Kafama uyan parti beni aday yapar!”

Fakat sonra şunu düşündüm: Hasan Koltukçu’nun  her seçimde aday adayı olması, belki de bu işin sırrıdır. Adam ne kadar “Aday adayı” olursa, o kadar “Başkan” adayı olabilir. Yani, Hasan Koltukçu’nun sırrı şu: Eğer bir yerel seçimde “Beni aday yapın” diye bağırmak istiyorsanız, önce sabahları erken kalkmalı, mahalle kahvelerini dolanmalı, sonra da her fırsatta “Aday olacağım, ben en iyisiyim” diye gezmelisiniz.

Hasan Koltukçu’nun tek farkı, bu sırrı çözüp yıllardır “adayı” kalabilmesi. Aslında belki de bu yazıyı yazarken, kendi adaylığımı duyuruyorum, kim bilir? Yine de, başkanlık rüyalarını çok erkenden görmemek gerek. Neyse, bakalım Koltukçuların Hasan’ını aday yapacaklar mı?… Benim bir “tur bindirme” stratejim yok ama şansımı denerim belki!

Benim Koltukçuzade Hasan’dan ne eksiğim var!

Devamını Oku

MEYAK’tan TES’e: Devletin Alışkanlığı Bitmiyor

MEYAK’tan TES’e: Devletin Alışkanlığı Bitmiyor
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Devlet, parasız kaldığında çalacağı kapıyı çok iyi bilir: Vatandaşın cebini.
Bu gelenek yeni değil. Türkiye’nin siyasi iktidarları, ekonomik dar boğazlara düştüklerinde bordrolu yurttaşların maaşlarına göz dikmekte bir beis görmez. Üstelik her defasında bu kesintileri “tasarruf”, “yardımlaşma”, “gelecek güvencesi” gibi makyajlı kavramlarla süsleyerek yaparlar. Ama sonuç hep aynıdır: Vatandaşın cebinden çıkan para, bir daha ya hiç dönmez ya da kırıntısıyla döner.

Geçmişten Günümüze Uzanan Bir Kesinti Zinciri

1960’ta “Tasarruf Bonoları” adı altında başlayan süreç, devletin vatandaştan zorla borç almasının ilk örneğiydi. Maaşlardan %3 oranında kesinti yapıldı, karşılığında faiz vaat edildi. Ancak kısa sürede görüldü ki, enflasyonun altında ezilen getiriyle bu bonolar, dar gelirlinin elinde eriyip gitti.

1970’te ise sahneye “MEYAK” çıktı: Memur Yardımlaşma Kurumu. Kanunen kurulacağı ilan edilen bu kurum, asla kurulmadı ama kesintiler tam 12 yıl boyunca sürdü. Üstelik bu sürede toplanan paralar da, devletin ucuz finansman ihtiyacını karşılamak için kullanıldı. 1982’de hükümet MEYAK’tan tamamen vazgeçti ve 12 yıl boyunca kesilen paraları, gerçek enflasyon oranlarının çok altında, %60 faizle “iade” etmeye başladı. Komedi mi, trajedi mi siz karar verin.

Ardından “İYAK” gündeme geldi ama hayata geçemedi. Ancak devletin bu yöntemle “kaynak yaratma” hevesi dinmedi. 1987’de “Konut Edindirme Yardımı (KEY)” ve 1988’de “Zorunlu Tasarruf Fonu (TTF)” geldi. Her iki uygulama da, milyonlarca çalışanın maaşlarından kesilen paralara rağmen ya geri ödenmedi ya da ödemeler, hak sahiplerini tatmin etmekten çok uzaktı. KEY hâlâ tam olarak ödenmiş değil; devlet, kime ne borçlu olduğunu bile bilmiyor!

BES ve Şimdi de TES!

2000’li yıllarda Bireysel Emeklilik Sistemi (BES) adı altında yeni bir yapı kuruldu. Amaç: Emeklilikte ek gelir sağlamak. Gerçekte ise devlet, doğrudan değil ama dolaylı yollarla yine vatandaşın cebindeki parayı sisteme çekti. Geri dönüş? Hâlâ net değil.

Şimdi ise yeni bir adım geliyor: Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi (TES). 2024-2026 Orta Vadeli Program’da yer alan TES, Otomatik Katılım Sistemi (OKS)’ni genişleterek, işveren katkısı ile “ikinci basamak emeklilik sistemi” haline getirilecek. Kağıt üstünde kulağa hoş geliyor. Ama geçmişte yaşananlara bakınca, TES’in de vatandaştan zorla para toplayıp, sonra geri ödeme konusunda sınıfta kalmasından korkmak için yeterince sebep var.

Devletin Değil, Vatandaşın Tasarrufu!

Devletin her ekonomik krizde çözümü yurttaşın maaşında araması kabul edilebilir bir yaklaşım değil. Tasarruf yapacak olan devletin kendisidir. Kamuda israf sürerken, liyakatsizlik ekonominin damarlarını tıkamışken, yine vatandaşın maaşından kesinti yapmak, çözüm değil; kolaycılıktır.

TES, tıpkı MEYAK, KEY, TTF gibi bir gün “devletin borç defterinde unutulmuş” bir kalem haline gelirse, kaybeden yine emekçiler olacak. Daha kötüsü, bu sistemler yurttaşın devlete olan güvenini de kemiriyor.

Güven olmayan bir yerde ise ne tasarruf olur, ne de gelecek planı.

 

**

Mevlit Abinin Not Defteri – Polisliğe Meraklı İhtiyar

Şu belediye otobüsleri yok mu… İnsan ne film izlemeye, ne kitap okumaya gerek duyar. Bin otobüse, seyret insan manzaralarını. Genelde ben yolculuğu kestirerek — bizim Şeytan Metin’in tabiriyle — “gözlerimi dinlendirerek” geçiririm. Ama bazen öyle olaylar oluyor ki, göz kapakları kendiliğinden yay gibi açılıyor. Hani derler ya, “gözlerime inanamadım,” hah işte onlardan…

Geçen akşam iş çıkışı 125 numaralı otobüse bindim. Her zamanki gibi arka karşılıklı koltuklarda boş yer buldum. O da ne? Polis üniformalı yaşlı bir amca yine aynı yerde oturuyor. Daha önce de birkaç kez görmüştüm. Sanki koltuğu babasından miras kalmış gibi hep oraya kuruluyor. Ne kimseyle konuşur, ne de bir tebessüm… Milletin yüzüne Sherlock Holmes gibi bakar, sanki az sonra gözaltına alacak.

İçimden “Bu yaşta polis mi olunur be adam? Bizim yaşta olsa başvurumuzu bile almazlar, ama bu adam hâlâ görevde geziyor galiba,” diye söylendim. Hem zaten polislerin yıpranma payı var, erken emekli olurlar. Bu adam bizim gibi ihtiyarın teki… Ama sırf üniformayı giyiyor diye bakışları bile emir komuta zinciriyle geliyor.

Derken olay patladı!

Otobüs Kabaktepe durağında durdu. Arka kapı açıldı. İki gerçek polis bindi. Direkt bizim ‘emektar polis’ amcaya yöneldiler. Ellerinden tutup nazikçe ama kararlılıkla aşağıya aldılar. Meğer o üniforma, o “POLİS” yazısı, hepsi dekor… Adam polis falan değilmiş. Bildiğin eski banka emeklisiymiş. Ama gönlünde bir polis yatıyormuş. Hani kimisi bahçeye domates eker, kimisi kuş besler, bu amca da üniforma giyip halkın arasında devriye geziyormuş — hem de otobüste!

Arkasından otobüs sessizce kapıyı kapatıp yola devam etti. Camdan dışarı bakarken, adamın polis aracına bindirilişini izledim. İçimden de şöyle dedim:

“Yahu ihtiyar, değer mi? Bu yaşta böyle durumlara düşmek… Git evinde torunlarınla oyna, dedelik yap! Polislik senin neyine?”

Ama belli ki adam torun sevmek yerine siren sesi duymak istiyor…

Bonus: “Otobüs Kâşifi” Mevlit Abi’den Hayat Dersi

Emekli olunca herkesin bir hayali olur. Kimi köye yerleşmek ister, kimi dünyayı gezmek… Bizimki üniforma giymek istemiş. Ama yanlış üniforma… Neyse, en azından doktor önlüğü giymemiş. Yoksa ameliyathaneye de dalabilirdi!

Devamını Oku

11 Kasım 1938’den günümüze Atatürk düşmanlığı

11 Kasım 1938’den günümüze Atatürk düşmanlığı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Bugünlerde toplumda dikkat çeken bir algı dolaşıyor: Sanki Atatürk düşmanlığı yeni ortaya çıkmış, yalnızca mevcut siyasal iktidarla başlamış gibi sunuluyor. Oysa bu, büyük bir yanılgı. Atatürk’e ve onun kurduğu Cumhuriyet’e yönelik karşıtlık, 11 Kasım 1938 sabahında, Gazi’nin ebediyete uğurlanmasının hemen ardından başladı.

Yerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, kısa sürede Atatürk’ün mirasını şeklen sahiplense de fiilen ondan uzaklaşan bir siyaset inşa etti. Devlet dairelerinden Atatürk’ün fotoğrafları indirildi, yerlerine İnönü’nün resimleri asıldı. Paraların, pulların üzerinden Atatürk silinip yerine kendi suretini koydurdu. Bu, yalnızca estetik bir tercih değildi; devletin yönünü işaret eden sembolik bir kırılmaydı.

Köy Enstitüleri’nin içi boşaltıldı, 1946’da imzalanan Fulbright Anlaşması’yla eğitim sistemi millî karakterinden koparıldı ve Amerika’ya bağımlı hale getirildi. 1949’a kadar savunma sanayi yerle bir edildi. Vecihi Hürkuş’un önünü 1934’te, Nuri Demirağ’ın yolunu 1944’te, Şakir Zümre’yi 1948’de, Nuri Killigil’i 1949’da engellediler. Killigil Paşa, fabrikasında 28 arkadaşıyla birlikte karanlık bir suikastle havaya uçuruldu. Parçalanmış bedeni güçlükle defnedildi, devlet cenazeye bile izin vermedi.

Bu süreç, Truman Doktrini ve Marshall yardımlarıyla birlikte Türkiye’nin bağımsızlığını törpüleyen, Amerika’ya teslimiyetçi bir çizginin yolunu açtı. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin “Türkiye’yi küçük Amerika yapma” hayali bu mirasın devamıydı.

Kendini Atatürkçü olarak tanıtan ama Atatürk’le yakından uzaktan ilgisi olmayan çevreler ise 1961’de Devrim otomobilinin önünü kestiler. Milli sanayinin filizlenmesine fırsat tanımadılar. Bu ülkede Atatürk’ün “yerli ve millî yatırım” vizyonuna sahip çıkacak hiçbir irade gösterilmedi. Üretilen her projeye “hayır” dediler.

Bugün karşımıza çıkan tablo, aslında 11 Kasım 1938’den bu yana süren bir zincirin halkalarıdır. Atatürk düşmanlığı ne dün başladı ne de sadece bugünün meselesidir. Gazi Mustafa Kemal, yalnızca askeri dehasıyla değil, aynı zamanda üretim ve kalkınma sevdasıyla da milletine ışık tutmuştu. Onun mirasına karşı çıkanlar, her dönemde aynı şeyi yaptılar: Milli olanı yok saydılar, dışa bağımlılığa sarıldılar.

Bu nedenle, Atatürk düşmanlığını sadece bugünün iktidarına bağlamak, tarihi eksik okumaktır. Asıl mesele, 1938’den bugüne kadar devam eden bu büyük kopuşu görmek ve unutturmamaktır.

 

**

Akademisyenler asıl işine baksınlar

Türkiye’de üniversitelerimiz, tıpkı birçok kurum gibi, asli görevlerini unutmuş bir hâlde. Türkiye’de üniversiteler, yalnızca eğitim-öğretim faaliyetleriyle değil, toplumsal ve siyasal gelişmeler karşısındaki tutumlarıyla da kamuoyunun gündemine gelmektedir. Bu bağlamda, Son dönemde dikkatimi çeken bir örnek: Adana Alparslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesi (ATÜ) Rektörü Prof. Dr. Adnan Sözen’in Filistin’e destek açıklaması.  Kuşkusuz, uluslararası çatışmalara dair insani duyarlılıklar önemlidir. Ancak üniversite yönetimlerinin asli sorumlulukları, bu tür politik beyanların ötesinde, bilimsel üretimi artırmak ve kurumlarını akademik rekabette üst sıralara taşımaktır.

Yanlış anlaşılmasın; elbette ki mazlum bir halka destek vermek insani bir tavırdır. Fakat sorun şu: Bir rektörün basın açıklamalarıyla değil, üniversitesini bilimde, teknolojide, yenilikçilikte üst sıralara taşımasıyla anılması gerekir. Aksi hâlde bu tür çıkışlar, bana “Sizleri seviyorum, bana güvenin, beni yeniden seçin” mesajı gibi geliyor.

Biraz veriye bakalım: Web of Science verilerine göre Türkiye’de öğretim üyesi başına düşen yayın sayısında ilk 30 üniversite listesi var. O listede ATÜ yok. Çukurova Üniversitesi ise 0,78 yayın ortalamasıyla ancak 15. sırada kendine yer bulabiliyor. Tablo, bölgedeki yükseköğretim kurumlarının bilimsel üretkenlik açısından potansiyellerinin oldukça gerisinde kaldığını göstermektedir.Bu tabloyu görünce insanın içi burkuluyor. Çünkü iki üniversitenin de bulunduğu şehir, genç nüfusu ve potansiyeliyle bilimde çok daha ileri noktalarda olmayı hak ediyor.

üniversite yönetimlerinin siyasal iktidarın gündemine paralel açıklamalar yapmak yerine, bilimsel performansı artırmaya odaklanmaları elzemdir. Akademik liderlik, yalnızca güncel politik konulara yönelik beyanlarla değil, üniversitenin araştırma kapasitesini, yayın kalitesini ve uluslararası görünürlüğünü geliştirme yönündeki somut adımlarla ölçülmelidir

Şimdi buradan Sayın Rektör’e bir soru sormak gerekiyor: Siyasal iktidarın önem verdiği gündemlere kafa yorup açıklama yapmak yerine, acaba aynı enerjiyi üniversitesinde akademik çıtayı yükseltmeye harcasa daha doğru olmaz mı? Yani “destek açıklamalarıyla” gündeme gelmek yerine, “ATÜ bilimin öncü kurumlarından biri oldu” başlığıyla gazetelere çıkmak daha yakışık almaz mı?

Bilim insanı olmanın, hele ki Prof. Dr. unvanı taşımanın en büyük sorumluluğu budur. Akademi, günlük siyasetin gölgesine sığındıkça küçülür; bilimin ışığını büyüttükçe değer kazanır.

Sonuç olarak, rektörlerin ve akademisyenlerin kamuoyuna yönelik açıklamaları sembolik bir değer taşısa da, yükseköğretim kurumlarının asıl meşruiyet kaynağı akademik başarıdır. Üniversiteler, bilimin evrensel ilkelerine bağlı kalarak siyasal söylemin gölgesinden çıkmalı ve asli görevleri olan araştırma ve eğitim faaliyetlerini önceliklendirmelidir

Kısacası mesele şu: Akademisyenler önce kendi işlerine baksın.

 

**

Mevlüt Abinin Not Defteri

Liyakatlı Rektör

Oldum olası işini layıkıyla yapanlara hayran olmuşumdur. Eskiden böylelerine “işinin ehli” derlerdi. Şimdi moda tabirle “liyakatli adam” deniyor.

Son günlerde gördüğüm en liyakatli kişi ise bir rektör beyefendi. Haberlere göre, hanımefendi eşinin okula rahat gidip gelmesi için bir yüksekokulu komple bir ilçeden öbürüne taşımış. Yetmemiş, eşi mezun olunca tekrar eski yerine geri taşımış. Helal olsun, taşınma şirketiyle arası bayağı iyi olmalı!

Ama bitmedi… Hanımefendi “Ben ille de şu bölümü istiyorum” demiş olacak ki, özel yetenek sınavıyla sadece o kazanmış. Üniversite basın açıklaması yapmış, “Yok öyle şey” diye. Meğer sınava bile girmemiş. Pandemi var ya hani, işte o bahaneyle “sınavsız” kaydolmuş. Eee, pandemi sadece maske taktırmadı; liyakatli ailelere kapıları da ardına kadar açtı anlaşılan.

Tabii üniversite yetkilileri “Okulun taşınma kararı 2018’de alınmış, rektör bey 2020’de atanmış” diye kendince savunma yapmış. İyi de kardeşim, okulun tekrar eski yerine taşınması ne hikmetse eş hanımefendinin mezuniyetinden hemen sonra olmuş. Tesadüfe bakın! Tam bir “liyakat tesadüfü”!

Benim naçizane önerim şu: Böyle liyakat abidelerini linç etmeyelim. Destek olalım. Daha çok liyakat projelerine imza atsınlar. Mesela, bir dahaki sefere okulun tamamını Ankara’ya taşısınlar, sonra tekrar ilçeye göndersinler. Her taşınmada “liyakat puanı” artsın.

Hatta ben söyleyeyim: Bu hızla giderse rektör bey, yarın bir gün YÖK Başkanı da olur. Çünkü liyakat dediğin, doğru koltuklarda test edilince kıymetlenir.

O yüzden buradan sesleniyorum: Sayın Rektörüm, el âlemin dedikodusuna kulak asmayın. Siz “liyakat” üretmeye devam edin. Zira memlekette liyakat az bulunur, sizden gide gide “liyakat fabrikası” olur!

Devamını Oku

Yerli Şeyhler Bitti, İthal Şeyhler Başladı

Yerli Şeyhler Bitti, İthal Şeyhler Başladı
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Maşallah, memleket son yıllarda şeyhten geçilmez oldu. Eskiden mahallede “bakkal, kasap, berber” diye sıralardık; şimdi listeye “şeyh” de eklendi. Sokakta yürürken neredeyse her 50 metrede bir karşınıza bir “mürşid-i kâmil” çıkması işten bile değil.

Ama dikkatimi çeken şu: Artık yerli şeyhler yetmiyor, ithal şeyhlere de kucak açmışız. Tıpkı ithal et, ithal buğday, ithal akaryakıt gibi… Ne eksikse ithal ediyoruz, sıra tasavvufa da gelmiş demek ki.

Geçenlerde Adana’da Adnan Menderes Spor Salonu’nda bir mevlit programı düzenlendi. Konuşmacı kim dersiniz? “Tasavvuf Şeyhleri Cemiyeti Başkanı” sıfatıyla gelen Cemil Halim el-Hüseyin. Afişleri görünce gözlerime inanamadım. Merak edip araştırdım, meğer bu zat-ı muhterem ülkemize yabancı değilmiş. Yıllardır fırsat buldukça gelmiş, kutlu doğum haftasına katılmış, derneklerde namaz kıldırmış, müftülerle görüşmüş. Yani Türkiye’ye girip çıkan bir nevi “tasavvuf turisti”.

Fakat işin ilginç yanı, kendi şeyhlerinden bıkmış olan bizimkiler, şimdi ithal şeyhlerin peşine düşmüş. Yahu kendi yerli şeyhiniz yetmedi mi? Daha ne arıyorsunuz? “İthal şeyh” neyin kafasıdır?

Kaldı ki, adam Arapça konuşuyor, bizimkiler Türkçe bilmiyor. Arada tercüman var. Tercüman ne kadar çeviriyor, doğru mu çeviriyor, neyi saklıyor belli değil. Ama cemaat yine mest! Çünkü mesele anlama meselesi değil, mesele “orada bulunmuş olmak.”

Beni asıl düşündüren nokta şu: Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda sessiz. Kimisi “şeyh”, kimisi “seyyid”, kimisi “mürşid” unvanıyla kürsülere çıkıyor, binlerce kişiye hitap ediyor. Bir düzenleme, bir denetim, bir çerçeve yok. Tarikat-pazarına dönen bu işin nereye varacağını bilen de yok.

Bizim memlekette şeyhler hiç eksik olmadı. Ama son yıllarda bu iş öyle bir magazinleşti ki, camide kavga eden, birbirine düşen, kardeş kavgasını ekrana taşıyan “şeyh evlatları” izler olduk. Yerli malı şeyh bu hale gelince, galiba “ithal olan iyidir” mantığıyla dışarıya döndüler.

Ama unutmayalım: Ne yerli ne ithal… Gerçek tasavvuf “pazarlıkla, reklamla, afişle” değil, gönülde ve haldedir. Bizimkiler gönüllerini boş bırakınca, dolduran hep birileri çıkıyor.

 **

 Filistin Benim Davam Değil

Son zamanlarda özellikle sosyal medya üzerinden aldığım mesajlar, yazdığım önceki yazıları hatırlatan sitemler, “Filistin bizim davamız” söylemleriyle dolu. Bazıları doğrudan DM’den, bazıları ise telefonla ulaşıp beni de “saflara katılmaya” davet ediyor. Ama açıkça söylemeliyim:

Filistin benim davam değil.

Benim davam Kerkük’türGüney Azerbaycan’dırKarabağ’dırDoğu Türkistan’dırGagauz Türkleri’dirSekel Türkleri’dirBatı Trakya’dır… Kısacası: Turan’dır.

Yaşamımın hiçbir döneminde Filistin sorunu benim kalbime dokunmadı. Çünkü ben, kardeşliğin de, dayanışmanın da, sadakatin de karşılıklı olduğuna inanırım. Filistin dendiğinde aklıma ne kardeşlik geliyor ne de vefa. Aksine tarih boyunca gördüğüm ihanetler gözümün önüne geliyor.

Toprağın Satışıyla Başlayan Süreç

1837’de Yahudilerin sayısı sadece 9 bindi. Peki sonra ne oldu? Filistinli Araplar, ellerindeki toprakları satmaya başladı. Osmanlı’nın tüm yasaklamalarına rağmen, Şeyhler Yahudilere toprak satmak için adeta yarıştılar. Öyle ki, 1948’e gelindiğinde bir devlet kurmaya yetecek kadar satın alınmış tapulu araziler vardı. İşgal diye anlattıkları şey, aslında parayla yapılan bir satışın sonucuydu.

Toprağını satanların, vatandan dem vurması bana samimi gelmiyor.

Tarih Boyunca Süren İhanet Zinciri

1915 yılında Türk ordusu cephede çarpışırken, arkadan vuruldu. 14 bin askerimiz şehit edildi. Gözleri kör edilen, işkenceye maruz kalan binlerce Türk askeri… Ve bunu yapanlar Filistinli Araplardı.

1916’da Arap isyanını başlatan Şerif Hüseyin’in tasarladığı bayrak, bugün Filistin bayrağı olarak dalgalanıyor. Renkleri Osmanlı’ya karşı başkaldırıyı temsil ediyor. Bu nasıl “kardeş bayrak” olabilir?

1917’de Kudüs’ü bizzat İngilizlere teslim edenler yine onlardı. Üstelik İngiliz general Allenby, peygamber gibi karşılandı!

Sonrası daha da çarpıcı…

  • 1978: FKÖ, PKK’ya kucak açtı.
  • 1980: Filistinkamplarında ASALA’ya ev sahipliği yaptılar.
  • 1989: Yaser Arafat, Ermenistan’ın haklı olduğunu söyledi.
  • 1993: Barzani’nin bağımsız Kürdistan hayaline destek verdiler.
  • 2002: Bir Türk subayımızı şehit ettiler.
  • 2009: Kıbrıs’ta Türkleri işgalci ilan ettiler.
  • 2012: “Kürdistan” takımıyla futbol organizasyonu düzenlediler.
  • 2019: Türkiye’nin Barış Pınarı Harekâtı’nı kınadılar.
  • 2020: Mavi Vatan’a karşı cephede yer aldılar. Aynı yıl Çin’in Doğu Türkistan politikasına destek verdiler!

Ben tüm bu satırları hatırlarken, sokaklarda ellerinde Filistin bayraklarıyla yürüyenlere ne diyeyim?

Bir millet, kendisine yıllarca ihanet edenleri “kardeş” kabul ederse, tarih ona elbette tokadını atar.

Her Müslümanın Davası mı?

Ben inançlarımı siyaset üzerinden değil, ulusum üzerinden tanımlarım. Türk’üm. Beni bu topraklara bağlayan şey dini aidiyet değil, tarihin, kültürün ve kanın bağıdır.

O yüzden ne zaman “Filistin hepimizin davası” diyen biriyle karşılaşsam, tarihin unutulmuş sayfalarını açarım. Ve sonra susarım. Çünkü artık anlatmaya gerek kalmaz.

Sonuç Olarak: Benim Davam Türk’ündür

Filistin’e ne gözyaşı dökerim, ne bayraklarını taşırım. Benim bayrağım ay yıldızlı al bayraktır. Benim davam, doğuda esir kalan Uygur’durgüneyde unutulmuş Türkmen’dirKafkaslarda soykırıma uğrayan Azeri’dir.

Her şeyin ötesinde benim davam Turan’dır.

Kusura bakmasın kimse. Ben bu “kardeşliği” görmedim. Sözde değil, özde kardeşliğin yanında oldum hep. Yarın da öyle olacak.

Not: Bu yazı, yazarın kişisel görüşlerini yansıtır. Tarihsel olaylara farklı yorumlar getirilebilir. Amacımız bir milletin inançlarını yargılamak değil, millî hafızaya vurgu yapmaktır.

 **

Mevlüt Abi’nin Not Defteri

Yerli Şeyhler Yetmedi, İthal Şeyhlere Sardık

Ula kardeşim, bu memlekette artık bakkal bulmak zor, ama şeyh bulmak kolay. Her sokak başında bir tane var. Eskiden “her köşe başında kahvehane” derdik, şimdi “her köşe başında tekke” demek lazım.

Ama bak hele, yerli şeyhler kesmemiş olacak ki millet şimdi ithal şeyhlere yönelmiş. Ne varsa dışarıdan geliyor zaten; et ithal, buğday ithal, akaryakıt ithal… Sıra tasavvufa da gelmiş demek ki!

Geçen gün Adana’da spor salonunda mevlit programı vardı. Afişe baktım, hop! Bir baktım ki sahnede “Tasavvuf Şeyhleri Cemiyeti Başkanı” diye bir zat: Cemil Halim el-Hüseyin. Ula bizim memleketin imamları yetmedi mi? Şimdi de “Arap şeyhi” ithal etmişiz.

Adam Arapça konuşuyor, bizimkiler Türkçe bilmiyor. Tercüman araya giriyor, o da ne kadar çevriliyor, ne kadar sallıyor belli değil. Ama cemaat mest! Sanki sahnede Elvis Presley var. Adamın ne dediği önemli değil, “orada bulunmak” esas mesele.

Ulan ben anlamadım; bizim yerli şeyhler zaten birbirine girmişti. Çocukları camide kavga ediyor, biri ötekinin tekkesini basıyor. Magazin programı gibi izliyoruz. Demek ki millet de “yerli malı yaramıyor, en iyisi ithal malı” diye düşünmüş.

Diyanet’e de diyecek iki çift lafım var:
Hocam, madem bu kadar unvanlı zat sahneye çıkıyor, bir nizam koyun da herkes kafasına göre “şeyhim, seyyidim” diye ortalıkta gezmesin. Yoksa yakında ithal şeyhler için “gümrük vergisi” falan çıkartırsınız ha, şaşırmam.

Velhasıl kelam kardeşlerim; hakiki tasavvuf ne ithalde, ne ihalede… O gönülde olur gönülde! Biz gönlümüzü boş bıraktıkça, dolduracak birileri mutlaka çıkıyor.

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.