12 Eylül 2025 Cuma
Bugünlerde toplumda dikkat çeken bir algı dolaşıyor: Sanki Atatürk düşmanlığı yeni ortaya çıkmış, yalnızca mevcut siyasal iktidarla başlamış gibi sunuluyor. Oysa bu, büyük bir yanılgı. Atatürk’e ve onun kurduğu Cumhuriyet’e yönelik karşıtlık, 11 Kasım 1938 sabahında, Gazi’nin ebediyete uğurlanmasının hemen ardından başladı.
Yerine cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, kısa sürede Atatürk’ün mirasını şeklen sahiplense de fiilen ondan uzaklaşan bir siyaset inşa etti. Devlet dairelerinden Atatürk’ün fotoğrafları indirildi, yerlerine İnönü’nün resimleri asıldı. Paraların, pulların üzerinden Atatürk silinip yerine kendi suretini koydurdu. Bu, yalnızca estetik bir tercih değildi; devletin yönünü işaret eden sembolik bir kırılmaydı.
Köy Enstitüleri’nin içi boşaltıldı, 1946’da imzalanan Fulbright Anlaşması’yla eğitim sistemi millî karakterinden koparıldı ve Amerika’ya bağımlı hale getirildi. 1949’a kadar savunma sanayi yerle bir edildi. Vecihi Hürkuş’un önünü 1934’te, Nuri Demirağ’ın yolunu 1944’te, Şakir Zümre’yi 1948’de, Nuri Killigil’i 1949’da engellediler. Killigil Paşa, fabrikasında 28 arkadaşıyla birlikte karanlık bir suikastle havaya uçuruldu. Parçalanmış bedeni güçlükle defnedildi, devlet cenazeye bile izin vermedi.
Bu süreç, Truman Doktrini ve Marshall yardımlarıyla birlikte Türkiye’nin bağımsızlığını törpüleyen, Amerika’ya teslimiyetçi bir çizginin yolunu açtı. 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti’nin “Türkiye’yi küçük Amerika yapma” hayali bu mirasın devamıydı.
Kendini Atatürkçü olarak tanıtan ama Atatürk’le yakından uzaktan ilgisi olmayan çevreler ise 1961’de Devrim otomobilinin önünü kestiler. Milli sanayinin filizlenmesine fırsat tanımadılar. Bu ülkede Atatürk’ün “yerli ve millî yatırım” vizyonuna sahip çıkacak hiçbir irade gösterilmedi. Üretilen her projeye “hayır” dediler.
Bugün karşımıza çıkan tablo, aslında 11 Kasım 1938’den bu yana süren bir zincirin halkalarıdır. Atatürk düşmanlığı ne dün başladı ne de sadece bugünün meselesidir. Gazi Mustafa Kemal, yalnızca askeri dehasıyla değil, aynı zamanda üretim ve kalkınma sevdasıyla da milletine ışık tutmuştu. Onun mirasına karşı çıkanlar, her dönemde aynı şeyi yaptılar: Milli olanı yok saydılar, dışa bağımlılığa sarıldılar.
Bu nedenle, Atatürk düşmanlığını sadece bugünün iktidarına bağlamak, tarihi eksik okumaktır. Asıl mesele, 1938’den bugüne kadar devam eden bu büyük kopuşu görmek ve unutturmamaktır.
**
Akademisyenler asıl işine baksınlar
Türkiye’de üniversitelerimiz, tıpkı birçok kurum gibi, asli görevlerini unutmuş bir hâlde. Türkiye’de üniversiteler, yalnızca eğitim-öğretim faaliyetleriyle değil, toplumsal ve siyasal gelişmeler karşısındaki tutumlarıyla da kamuoyunun gündemine gelmektedir. Bu bağlamda, Son dönemde dikkatimi çeken bir örnek: Adana Alparslan Türkeş Bilim ve Teknoloji Üniversitesi (ATÜ) Rektörü Prof. Dr. Adnan Sözen’in Filistin’e destek açıklaması. Kuşkusuz, uluslararası çatışmalara dair insani duyarlılıklar önemlidir. Ancak üniversite yönetimlerinin asli sorumlulukları, bu tür politik beyanların ötesinde, bilimsel üretimi artırmak ve kurumlarını akademik rekabette üst sıralara taşımaktır.
Yanlış anlaşılmasın; elbette ki mazlum bir halka destek vermek insani bir tavırdır. Fakat sorun şu: Bir rektörün basın açıklamalarıyla değil, üniversitesini bilimde, teknolojide, yenilikçilikte üst sıralara taşımasıyla anılması gerekir. Aksi hâlde bu tür çıkışlar, bana “Sizleri seviyorum, bana güvenin, beni yeniden seçin” mesajı gibi geliyor.
Biraz veriye bakalım: Web of Science verilerine göre Türkiye’de öğretim üyesi başına düşen yayın sayısında ilk 30 üniversite listesi var. O listede ATÜ yok. Çukurova Üniversitesi ise 0,78 yayın ortalamasıyla ancak 15. sırada kendine yer bulabiliyor. Tablo, bölgedeki yükseköğretim kurumlarının bilimsel üretkenlik açısından potansiyellerinin oldukça gerisinde kaldığını göstermektedir.Bu tabloyu görünce insanın içi burkuluyor. Çünkü iki üniversitenin de bulunduğu şehir, genç nüfusu ve potansiyeliyle bilimde çok daha ileri noktalarda olmayı hak ediyor.
üniversite yönetimlerinin siyasal iktidarın gündemine paralel açıklamalar yapmak yerine, bilimsel performansı artırmaya odaklanmaları elzemdir. Akademik liderlik, yalnızca güncel politik konulara yönelik beyanlarla değil, üniversitenin araştırma kapasitesini, yayın kalitesini ve uluslararası görünürlüğünü geliştirme yönündeki somut adımlarla ölçülmelidir
Şimdi buradan Sayın Rektör’e bir soru sormak gerekiyor: Siyasal iktidarın önem verdiği gündemlere kafa yorup açıklama yapmak yerine, acaba aynı enerjiyi üniversitesinde akademik çıtayı yükseltmeye harcasa daha doğru olmaz mı? Yani “destek açıklamalarıyla” gündeme gelmek yerine, “ATÜ bilimin öncü kurumlarından biri oldu” başlığıyla gazetelere çıkmak daha yakışık almaz mı?
Bilim insanı olmanın, hele ki Prof. Dr. unvanı taşımanın en büyük sorumluluğu budur. Akademi, günlük siyasetin gölgesine sığındıkça küçülür; bilimin ışığını büyüttükçe değer kazanır.
Sonuç olarak, rektörlerin ve akademisyenlerin kamuoyuna yönelik açıklamaları sembolik bir değer taşısa da, yükseköğretim kurumlarının asıl meşruiyet kaynağı akademik başarıdır. Üniversiteler, bilimin evrensel ilkelerine bağlı kalarak siyasal söylemin gölgesinden çıkmalı ve asli görevleri olan araştırma ve eğitim faaliyetlerini önceliklendirmelidir
Kısacası mesele şu: Akademisyenler önce kendi işlerine baksın.
**
Mevlüt Abinin Not Defteri
Liyakatlı Rektör
Oldum olası işini layıkıyla yapanlara hayran olmuşumdur. Eskiden böylelerine “işinin ehli” derlerdi. Şimdi moda tabirle “liyakatli adam” deniyor.
Son günlerde gördüğüm en liyakatli kişi ise bir rektör beyefendi. Haberlere göre, hanımefendi eşinin okula rahat gidip gelmesi için bir yüksekokulu komple bir ilçeden öbürüne taşımış. Yetmemiş, eşi mezun olunca tekrar eski yerine geri taşımış. Helal olsun, taşınma şirketiyle arası bayağı iyi olmalı!
Ama bitmedi… Hanımefendi “Ben ille de şu bölümü istiyorum” demiş olacak ki, özel yetenek sınavıyla sadece o kazanmış. Üniversite basın açıklaması yapmış, “Yok öyle şey” diye. Meğer sınava bile girmemiş. Pandemi var ya hani, işte o bahaneyle “sınavsız” kaydolmuş. Eee, pandemi sadece maske taktırmadı; liyakatli ailelere kapıları da ardına kadar açtı anlaşılan.
Tabii üniversite yetkilileri “Okulun taşınma kararı 2018’de alınmış, rektör bey 2020’de atanmış” diye kendince savunma yapmış. İyi de kardeşim, okulun tekrar eski yerine taşınması ne hikmetse eş hanımefendinin mezuniyetinden hemen sonra olmuş. Tesadüfe bakın! Tam bir “liyakat tesadüfü”!
Benim naçizane önerim şu: Böyle liyakat abidelerini linç etmeyelim. Destek olalım. Daha çok liyakat projelerine imza atsınlar. Mesela, bir dahaki sefere okulun tamamını Ankara’ya taşısınlar, sonra tekrar ilçeye göndersinler. Her taşınmada “liyakat puanı” artsın.
Hatta ben söyleyeyim: Bu hızla giderse rektör bey, yarın bir gün YÖK Başkanı da olur. Çünkü liyakat dediğin, doğru koltuklarda test edilince kıymetlenir.
O yüzden buradan sesleniyorum: Sayın Rektörüm, el âlemin dedikodusuna kulak asmayın. Siz “liyakat” üretmeye devam edin. Zira memlekette liyakat az bulunur, sizden gide gide “liyakat fabrikası” olur!
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.