ÖMER ALPDOĞAN
CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Adana Milletvekili Burhanettin Bulut, son günlerde kamuoyunun gündeminde. Neden: Hakkında ortaya atılan iddialar. İddiaların kaynağı, suç örgütü liderliği suçlamasıyla tutuklanan bir iş insanı. Sosyal medyada yayılanlar arasında lüks otomobiller, dükkânlar, yüklü para alışverişleri ve trol ordusu iddiaları var. Buraya kadar olan kısmı Türkiye’de siyasi figürlerin pek de yabancı olmadığı bir “linç ve iddia bombardımanı” örneği gibi okunabilir. Ancak mesele yalnızca dışarıdan gelen suçlamalarla sınırlı değil.
İşin daha can alıcı kısmı, CHP içerisinden de benzer iddiaların dillendirilmeye başlaması. Özellikle sosyal medyada oluşturulan dijital propaganda ağı—ya da iddia edildiği gibi bir “trol ordusu”—parti içinde rahatsızlık yaratmış durumda. Üstelik Burhanettin Bulut’un bu iddialara verdiği yanıtlar, beklenen netlik ve güven vericilikten uzak.
Yalanlama Yetmez, Şeffaflık Gerekir
Bulut, suçlamaları reddediyor. Hatta bazılarını mahkemeye vermeye hazırlanıyor. Ancak günümüz siyasetinde yalnızca “reddetmek” yetmiyor. Hele ki ana muhalefet partisinin yönetim kademesinde bulunan bir kişiyseniz, kamuoyunun güvenini kazanmak için daha fazlasını yapmak zorundasınız. Çünkü bu sadece kişisel bir mesele değil; kurumsal bir güvenlik meselesidir.
CHP, son yıllarda “dürüstlük, şeffaflık, hesap verebilirlik” ilkeleriyle toplumsal muhalefeti arkasında toplama iddiasında. O halde Burhanettin Bulut da bu ilkelere uyan adımlar atmalı. Örneğin, TBMM Başkanlığı’na başvurarak seçim sonrası mal varlığının araştırılmasını resmen talep edebilir. Kendisine ve birinci derece yakınlarına ait taşınmazları, banka hesaplarını ve ticari ortaklıklarını kamuoyuyla paylaşabilir.
Güçlü Savunma: Belgelerle Olur
Bugüne kadar siyaset sahnesinde çokça örneği görüldü: “Yargıya taşınacak” denilen iddiaların büyük çoğunluğu kamuoyunda daha da tartışmalı hale geldi. Çünkü halk, bir siyasetçinin sadece hukuk önünde değil, kamu vicdanı önünde de aklanmasını bekler. Bulut’un çıkıp televizyon kanallarında belgelerle konuşması, hesap sormaktan değil hesap vermekten çekinmediğini gösterir. Aksi hâlde oluşan sessizlik, sadece kendisine değil, CHP’ye de ağır bir yük bindirir.
CHP Ne Yapmalı?
Bu mesele sadece Burhanettin Bulut’un değil, CHP’nin de meselesidir. Parti yönetimi bu tür krizlerde artık “bekleyelim, geçer” yaklaşımını bırakmalı. Kendi iç denetim mekanizmalarını çalıştırmalı, gerekiyorsa etik komisyonları devreye sokmalı. Çünkü toplumun gözü artık sadece iktidarın değil, muhalefetin ne yaptığına da çevrilmiş durumda.
Güven, kolay kazanılmıyor. Ama çok kolay yitiriliyor. Bulut’un atacağı şeffaf adımlar, hem kendisini aklayabilir hem de CHP’nin kurumsal itibarına zarar gelmesini önleyebilir. Aksi hâlde bu kriz sadece kişisel değil, partisel bir çöküşün başlangıcı olabilir.
**
Önce Can Kardeşim
Siz hiç ellerinde Doğu Türkistan bayrağıyla Çin Büyükelçiliği önünde yürüyenleri gördünüz mü? Ya da Türkmeneli bayrağıyla Irak Konsolosluğu önünde sessizce dua edenleri? Çok büyük olasılıkla yanıtınız: Hayır. Çünkü ne yazık ki bu topraklarda bir zulme ses vermek için o zulmü yaşayanların arap olması gerekiyor.
Filistin için meydanlar dolar, sloganlar atılır, duvarlara pankartlar asılır. Hükümetler Filistin hassasiyetini her fırsatta vurgular, İsrail’e her bakımdan mesafe koyulur. Peki ya Doğu Türkistan? Peki ya Türkmeneli?
Orada yaşananlar zulüm değil mi? Kamplarda tutulan, ibadet hakkı elinden alınan, anadili yasaklanan, ailesinden koparılan Uygur Türkleri zulüm görmüyor mu? Kerkük’te, Telafer’de, Tuzhurmatu’da Türkmen kardeşlerimiz sürgün edilmedi mi, katledilmedi mi? Ama ne hikmetse ses çıkmaz, çıkarsa da cılız çıkar. Çünkü acının rengine, bayrağına, milliyetine bakarak vicdan geliştiren bir anlayış yerleşmiş bu memlekete.
Bu ülkede ne zaman bir zulüm konuşulsa, konu mutlaka Filistin’e gelir. Elbette Filistin de bizim derdimizdir. Ama neden Türk’ün derdi yalnız kalır? Doğu Türkistan’da yaşananlar “duyulmayan çığlık” gibi… Türkmeneli’nde dökülen kan “yok sayılan acı” gibi…
Bazı kesimlere göre zulme uğrayanın adı “Ali” ya da “Hüseyin” olacaksa Arap olması yeterli. Ama adı “Muhammed” ya da “Yusuf” olan bir Uygur Türk’ü ya da Kerkük Türkmen’i ise kimse dönüp bakmıyor.
Üstelik ortada çok garip bir çelişki var: Bu ülkede Filistin bayrağı, bazen Türk bayrağından daha fazla sokakta görünüyor. Ama o bayrak da Osmanlı’ya karşı İngilizlerle iş birliği yapanların bayrağı. O bayrak altında Osmanlı askerine kurşun sıkıldı. Ama mesele vicdan değil, slogan olunca; bu gerçekleri bilmek de kimsenin umurunda değil.
Bu ülkede birilerinin vicdanı, sadece belli sınırların içindeki müslümana çalışıyor. Halbuki zulüm, kimden gelirse gelsin; karşı durulmalı. Ve eğer bir acı, Türk’ün yüreğinde yanıyorsa, orada iki kez düşünmek gerek. Çünkü bu milletin evladı, acıya dayanıklıdır ama unutulmaya tahammülü yoktur.
Bizim gönlümüz de, duamız da, öfkemiz de önce can kardeşimiz olan Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleriyle. Türkmeneli’ndeki soydaşlarımızla. Bu ülkede vicdanın pusulası şaştıysa, biz kendi pusulamıza bakalım.
Önce can kardeşim. Sonra elbette diğerleri. Ama önce, kendi kanını, dilini, tarihini tanı. Yoksa başkalarının propagandasında kendi evladını bile unutursun.
**
Mevlüt Abi’nin Not Defteri
Buzdolabına Kurban!
Kurban Bayramı geldi geçti… Kimisi hacdan döndü, kimisi etin peşinden döndü. Ama asıl mesele, bu bayramda da bir kez daha anladık ki, fakir fukaranın tanımı bu memlekette değişti: Fakir olan insan değil, fakir olan evin buzdolabı!
Şükürler olsun, halkımız dini vecibesini tam yerine getirdi. Kimi danaya girdi, kimi koyuna, kimi de sadece “niyet ettim kesmeye” deyip işin içinden sıyrıldı. Ama en kutsal ibadet neydi dersiniz? Etleri fakir fukaraya ulaştırmak mı? Yok canım, o çok geçmişte kaldı. Artık en kutsal ibadet: “Etleri hızlıca poşetleyip buzluğa yerleştirme yarışması!”
Bu sene ev ziyaretine gittiğim bir hanede, dolabın kapağını açınca üstüme kuşbaşı düştü. Alt rafta kuyruk yağı, üst rafta böbrek yatağı. Ortada kıyma tepesi… Bir tek içeriye “Fakir Fukara: GİRİLMEZ” tabelası asılmamış.
Rus gelin ne yapsın? Sormuş haliyle: “Annecim, hani bunlar ihtiyaç sahiplerine gidecekti?”
Kayınvalide ne demiş biliyor musun? “Sen sus gavur gelin!” Ve ardından dua etmiş: “Allah dolabımızı kurban etsiz bırakmasın.”
Şimdi ben de buradan bu muhterem kayınvalideye sesleniyorum: Allah gönlüne göre versin teyzem… Sana dilerim ki, gelecek yıl da buzdolabın etten kapanmasın. Hatta mümkünse balkon dondurucusu da alınsın, yedekli ibadet bereket getirir.
Beni sorarsan, artık devletin sosyal yardımları “buzdolabı takviyesi” üzerinden verilse yeridir. Çünkü memlekette “et göremeyen çocuk” sayısı ile “et gömen dondurucu” sayısı ters orantılı!
Şimdi ben de bu vesileyle bayram kutlamamı yapayım:
Yürekten temenni ederim.
Nice buz gibi bayramlara!
Yayınlanma: 27 Haziran 2025 – 00:03
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı geçtiğimiz günlerde bir karar aldı. Daha doğrusu, önceki kararını çöpe atıp tam tersini söyledi. Adana, Mersin, Hatay, Antalya ve Muğla gibi sıcak iklim kuşağında yer alan şehirlerde merkezi ısıtma sistemi zorunluluğu getiren Bakanlık, şimdi “yanlış oldu” diyerek bireysel ısıtma sistemlerine dönüş kararı aldı.
Ve işin en ilginci, her iki kararın da gerekçesi aynı:
“Enerji verimliliği, karbon salınımının azaltılması ve sürdürülebilir şehirler için…”
Peki şimdi sormak gerekmez mi?
Hangisi daha fazla karbon salınımına neden oluyor?
Merkezi sistem mi?
Bireysel sistem mi?
Yoksa kararların hiçbiri karbonla değil, başka hesaplarla mı ilgili?
Bakın, teknik veriler ortada:
Şimdi tekrar soruyorum:
Hani bireysel ısınma küresel ısınmayı artırıyordu?
Hani karbon salınımı azaltılmalıydı?
Ne değişti de bir yıl içinde tam zıttı bir karara imza atıldı?
Değişen şey, küresel iklim mi yoksa bakanlığın rüzgâr gülü gibi dönen anlayışı mı?
Bugün bireysel ısıtma sistemini “karbonsuz yaşam” diye yutturanlar, yarın yine merkezi sisteme “sıfır emisyon” diyerek dönerse şaşırır mısınız?
Ben şaşırmam.
Çünkü ortada bir ilke değil, bir hikâye var.
Adı da “Karbona Dair Uydurulmuş Modern Masallar.”
Asıl sorun şu:
Paris İklim Anlaşması, Yeşil Mutabakat, AB Enerji Performansı Direktifi gibi cümlelerle süslenen her kararın arkasında bilimsel bir tutarlılık değil, siyasi uyumluluk yatıyor.
Bakanlık bugün “karbon” diyor.
Yarın “kentsel estetik” der.
Öbür gün “yağmur suyu rejimi” der.
Ama sonuç değişmez:
Kararlar, gerekçelerle değil, gündelik ihtiyaçlarla alınıyor.
Ve biz de bu yüzden soruyoruz Sayın Bakanlık:
Cevap yok.
Çünkü mesele karbon değil.
Mesele inandırıcılık da değil.
Mesele, vatandaşın sorgulamayacağına duyulan güven.
Ama biz soruyoruz, sormaya da devam edeceğiz:
“Karbona karşıyız” diye alınan her çelişkili karar, aslında karbon yalanını gözümüze sokuyor.
Ve bu iki karar da gösteriyor ki:
Küresel ısınma söylemi artık teknik değil, ideolojik bir sopa haline geldi.
Bakanlık kararının kıymet-i harbiyesi yoktur.
Çünkü bugün bireysel sistem için yazdığınız övgüleri dün merkezi sisteme yazmıştınız.
Yarın da tam tersini yazacağınızı biliyoruz.
O yüzden son sözümüz şu:
Çevreye değil, kararlarınıza güvenmiyoruz.
**
Mevlüt Abinin Not Defteri:
Otobar Günlükleri
Eskiden mahallede bakkaldan gazoz alıp apartmanın damında içerdik, şimdi gençler “otobar” yapıyor. Nedir bu otobar? Şöyle açıklayayım: Araban var, içinde hoparlörler var, birkaç tane de arkadaşın… Gidiyorsun belediyenin ışıkla henüz tanıştırmadığı, haritada “gri alan” diye geçen tenha bir köşeye. Aracı çekiyorsun. Biralar açılıyor, müzik bangır bangır. Tam eğlenceye dalmışken…
Hop!
Mahalle sakini Teyze Mode: “Bu neyin gürültüsü evladım?! Akşam akşam beynimi titretiyorsunuz!”
Ama gençler pes etmiyor. Müziği bir tık kısıp, “Teyzecim özür dileriz” moduyla eğlenceye devam ediyor. Zaten burası bir nevi “araç içi gece kulübü”. Kapı açık, müzik son ses, içerisi disko, dışarısı Sinekli Bakkal…
Yani içki yasağından kaç, evde aileden sakla, bar pahalı… Otobara gel.
Modern çağın alkollü kaçamak durağı.
Bazen sevgiliyle gidiliyor, bazen kafa dengi arkadaşlarla… O romantik anlar yok mu? Arka koltukta “birlikte bira içtiğimiz o gece” temalı hatıralar birikiyor. Kimi zaman sevgilinin dudağından, kimi zaman kutunun kenarından… Her yudumda biraz aşk, biraz ses sistemi.
Ama bir de işin “çevreye saygı” boyutu var.
Boş şişeleri kaldırım kenarına dizmek artık neredeyse otobar ritüeli. Hızını alamayıp bir şişeyi yola fırlatmazsan, polis gelene kadar gerçek bir otobar yapılmış sayılmıyor (!)
Bak şimdi, ben de gençliğimde böyle bir şey yapamadım. Ne araba vardı, ne Bluetooth hoparlör. En fazla sokak lambasının altına tabure atar, “duvar muhabbeti” yapardık. Şimdi gençlik başka havalarda…
Ama valla çok imreniyorum. O müziği, o kaçamak gülüşmeleri, o “sessiz olun çocuklar, polis geliyor” heyecanını yaşamak isterdim. İçkini içiyorsun, sonra belki yarin dudağında içmenin güzelliğini… Şair olursun da kimse anlamaz.
Neyse…
Gençler eğleniyor, biz yazıyoruz.
Onlar otobarda hayatı yaşıyor, biz evde camdan bakıyoruz.
Camdan bakınca görünmüyor ama…
O şarkılar buraya kadar geliyor.
ADANA
8 saat önceADANA
10 saat önceGÜNDEM
1 gün önceADANA
1 gün önceADANA
1 gün önceADANA
2 gün önceADANA
2 gün önce