Türkiye’nin emek mücadelesinde yıllardır gördüğümüz bir ezber yeniden sahneye kondu. Türk-İş’in 600 bin kamu işçisini kapsayan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde uzlaşma sağlanamaması üzerine alınan grev kararı, hükümet tarafından “milli güvenlik” gerekçesiyle ertelendi. Evet, yanlış duymadınız: işçilerin anayasal bir hakkı olan grev, milli güvenlik gerekçesiyle engellendi.
Burada sormamız gereken çok basit ama hayati bir soru var: Bir işçinin, hakkı olan ücreti almak için greve gitmesi nasıl olur da milli güvenlik sorunu haline gelir?
Bu, sadece teknik bir sendika-hükümet pazarlığı değil; bu, doğrudan demokrasinin ve anayasal hakların sınandığı bir durumdur. Grev, 1982 Anayasası’nda bile güvence altına alınmış temel bir haktır. Ne var ki, bu hakkın kullanımı neredeyse her seferinde ya ertelenmiş ya da fiilen engellenmiştir. Gerekçeler ise çoğunlukla aynı: ekonomik istikrar, kamu düzeni ve son dönemde moda tabirle “milli güvenlik.”
Peki, bu ülkede işçi grev yapınca mı güvenlik zafiyeti doğuyor? Yoksa hükümetin işçiye “sessiz ol, azla yetin” mesajı mı toplumsal barışı daha derin yaralıyor?
AK Parti iktidarı yıllardır “Eski Türkiye” eleştirileriyle siyasal meşruiyetini kurdu. Vesayeti kaldırdığını, halkın iradesini esas aldığını, devletin halk için çalıştığını iddia etti. Fakat gelin görün ki iş grevlere, emeğe ve sendikal haklara gelince, “Eski Türkiye”nin tüm refleksleri yeniden devreye giriyor. Aynı 1990’larda olduğu gibi, grevler milli güvenliğe tehdit sayılıyor, işçiler bir kez daha sistemin “sessiz çoğunluğu” olmaya zorlanıyor.
Hatırlayalım: 12 Eylül darbesinin ardından grev hakkı sadece yasal değil, aynı zamanda toplumsal olarak da bastırılmıştı. Bugün farklı yöntemlerle ama aynı zihniyetle bu baskı sürüyor. Bir yandan “yerli ve milli” olmakla övünen iktidar, öte yandan kendi işçisini, emeğini, alın terini güvenlik tehdidi olarak görüyor. Bu ne yaman çelişkidir?
Oysa gerçek milli güvenlik; huzurlu, adil, gelir dağılımında denge sağlanmış bir toplumla mümkündür. Bir ülkede işçiler geçinemiyorsa, gençler umutsuzsa, emekliler ay sonunu getiremiyorsa, işte o zaman gerçekten bir milli güvenlik sorunu vardır.
AK Parti iktidarı, işçilerin taleplerini bastırarak değil, onları duyarak, haklarını tanıyarak toplumsal barışı sağlayabilir. Grev erteleme kararları sadece işçileri değil, demokrasinin ta kendisini yıpratıyor.
Bir hakkı sürekli ertelemek, onu fiilen ortadan kaldırmaktır. Bugün grev ertelendi, yarın konuşma hakkı, öbür gün örgütlenme hakkı mı sıra bekleyecek?
Grev, anayasal bir haktır. Ve anayasal haklar, keyfi bir şekilde “erteleme” başlığı altında askıya alınamaz. Eğer bir ülke gerçekten demokratikse, hükümet işçileri duymalı, onları tehdit değil, toplumun asli unsuru olarak görmelidir.
Kısacası, işçiler grev yapınca değil, anayasal haklarını kullanamaz hale gelince gerçek bir milli güvenlik sorunu ortaya çıkar.
**
Mevlüt Abi’nin Not Defteri
70’lik Mucize ve Dikenli İncir
Efendim, şu garip dünyada neler oluyor, neler bitiyor… Herkes Mars’a koloni kurmanın derdinde, biz hâlâ bahçeye kim izinsiz giriyor onu çözmeye çalışıyoruz. Ama ne yalan söyleyeyim, bazen bahçeye izinsiz giren bir hırsız değil de bir mucize olabiliyor. İşte size canlı örneği: “Aşeren İhtiyar.”
Olay tam olarak şöyle başladı: Bizim bahçede dikenli incir yetişir. Bilen bilir, meyvesi tatlıdır ama kendisi kaktüsle kedi tırnağı arasında bir şeydir; tutması dert, temizlemesi eziyettir. Ama gel gör ki her yıl ağustos sıcaklarında dikenli incirler olgunlaşmaya başlayınca bizim yaşlı bir amca, motosikletine atlayıp bahçeye üşenmeden uğrar.
Geçen yıl ilk kez denk geldim. Adam 70 yaşında, belki de fazlası… Elinde eldiven, arkasında kasa. Baktım bizim dikenli incirleri dolduruyor. Usulca yaklaştım:
“Hayırdır amca, kendi malın gibi topluyorsun, izin aldın mı?”
Cevap tam bir sinema repliği:
“Bizim hanım aşeriyor da evlat…”
Yahu dedim, bu yaştan sonra mı? Bu nasıl bir aşk? Bu nasıl bir mucize? Meğer hanım 65 yaşında ama her yıl incire aşerirmiş, hem de öyle bir iki tane değil, kasa kasa!
Bu yıl yine geldi. Ama bu kez işi büyütmüş, kasa yetmemiş, iki çuvalla çıkagelmiş. Bahçede âdeta hasat yapıyor. Yine sordum:
“Amca bu çuvallar da neyin nesi? Kimden izin aldın?”
Aynı cevap, sanki ezberlemiş:
“Bizim hanım aşeriyor…”
Artık dayanamadım, hafif gülümseyerek dedim ki:
“Amca seneye çuvalla değil, hanımla gel. Valla biz de tanışmak istiyoruz bu Allah’ın mucizesiyle. 70 yaşında hâlâ aşeren birini dünyada görmedik, bari bir selam verelim, elini öpelim.”
Şimdi heyecanla gelecek yılı bekliyorum. Çünkü artık dikenli incirin değil, bu hanımefendinin gerçek mi, efsane mi olduğunu merak ediyorum. Belki de her yıl başka bir bahane bulup incir toplamaya gelen Mevlana ruhlu bir amcayla karşı karşıyayız. Belki de gerçekten aşkın yaşı yoktur ve bazı gönüller her yaşta aşerir…
Ne diyeyim, Mevlüt Abi’nin not defteri bu yıl da doldu. Bakalım seneye dikenli incirler kadar enteresan hangi meyveye aşerilecek? Karpuz mu olur, ejder meyvesi mi, yoksa nar mı? Onu da zaman gösterecek.
Ama şimdiden not aldım: Gelecek yıl motosiklet sesi duyarsam, bahçeye değil, doğrudan yengeye bakacağım.
**
Sabah güneşi, kentin yavaşça uyanan sokaklarını nazikçe okşarken, belediye parkındaki demir ayaklı, yeşil boyalı banktan ilk ses geldi: Cızırdayan bir bastonun betona değen sesi. Ardından eski, dikkatli adımlarla yaklaştı o. İsmi Yusuf’tu. Ama onu burada kimse ismiyle bilmezdi. “Sabahçı Dede” derdi çevrede yürüyüş yapanlar.
Saat sabah 06:00’yı yeni geçmişti. Kuş sesleri henüz telaşsızdı, sokaklar tenhaydı. Yusuf Dede her sabah bu banka oturur, aynı hareketlerle bastonunu soluna yaslar, koyu renk ceketini dümdüz eder, avuçlarını dizlerine koyar, sessizce etrafa bakardı.
Bank yeni değildi. Tahta kollarında zamandan kalma izler, ayaklarında paslı çizgiler vardı. Ama Yusuf Dede için burası bir sandalyeden fazlasıydı. Bu bankta sadece oturmazdı; burada düşünür, hatırlar ve beklerdi.
Beklemek.
En çok bunu yapardı Yusuf. Beklemek onun kaderiydi. 1978’de askere giderken el salladığı kadın —eşi Hatice— o zamanlar gençti, saçları örgülü, gülüşü cıvıl cıvıldı. Birlikte yürüdükleri ilk yerdi burası. O zaman bank yepyeniydi, boyası henüz kurumamıştı. “Geri döndüğümde burada yeniden oturacağız,” demişti Yusuf. Döndü. Ama Hatice, birkaç yıl sonra ansızın gelen bir hastalığa yenildi.
O günden sonra Yusuf Dede, bankın sol tarafını hep boş bıraktı. Sağ tarafa kendisi oturur, sol yanına kimseyi kondurmazdı. Bazen genç bir çocuk gelir oturmak isterdi, gülümseyerek kalkar, “Yalnızım ama o taraf dolu evladım,” derdi.
Kimse sormazdı, “Kimi bekliyorsun?” diye. Ama belki herkes bilirdi cevabı. Çünkü Yusuf’un gözleri uzaklara, çok uzaklara dalar giderdi. Sanki geçmişi şimdi gibi yaşıyor, sanki sol yanında Hatice nefes alıyor, elleri ellerine değiyordu.
Saat ilerlerdi. Park kalabalıklaşır, çocuklar bisiklet sürer, simitçiler bağırır, belediye temizlik görevlileri geçerdi. Ama Yusuf’un dünyasında sadece bank, sessizlik ve hafızasındaki gölgeler olurdu.
Bir gün Yusuf Dede gelmedi. Saat 06:00’yı geçti, baston sesi duyulmadı. Parkta yürüyen birkaç kişi durup banka baktı. İlk defa sol tarafı boş değildi: biri gelmiş, bir karanfil bırakmıştı oraya.
Ertesi gün belediye bankın arkasına küçük bir plaka çaktı. Üzerinde sadece şu yazıyordu:
“Bir Sandalyenin Hikâyesi: Yusuf ve Hatice. Aşk, sessizlikte bile sürer.”
Ve bank, sabah güneşini bir daha hiç aynı şekilde karşılamadı.
ADANA
17 saat önceADANA
17 saat önceADANA
1 gün önceADANA
1 gün önceADANA
4 gün önceADANA
4 gün önceADANA
4 gün önce