Maskeler düşüyor, gerçek yüzler ortaya çıkıyor

Maskeler düşüyor, gerçek yüzler ortaya çıkıyor

ABONE OL
31 Temmuz 2025 10:37
Maskeler düşüyor, gerçek yüzler ortaya çıkıyor
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Siyaset, sabır ve samimiyet ister. Hele ki “Türk milliyetçiliği” gibi derin bir kimlik iddiası söz konusuysa, o zaman sözler kadar duruş da önemlidir. Çünkü bu dava, günübirlik ittifak hesaplarına kurban edilemeyecek kadar değerlidir. Fakat son zamanlarda bazı siyasetçilerin geçmişte taşıdıkları maskelerin yavaş yavaş düşmeye başladığını ibretle izliyoruz.

Yavuz Ağıralioğlu, kamuoyunda yıllarca “Türk milliyetçisi” ya da “ülkücü” kimliğiyle anıldı. Hatta bu şekilde İYİ Parti içinde önemli bir pozisyonda bulundu. Ancak zaman içinde bu kimliğin sadece bir “siyasal etiket” olarak kullanıldığı, aslında kendisinin ne ülkücülükle ne de Türk milliyetçiliğiyle sahici bir bağının olmadığı gün yüzüne çıkmaya başladı.

Son olarak Fatih Altaylı’ya yaptığı açıklamalar, bu maskenin artık tamamen düştüğünü gösterdi. Diyor ki Ağıralioğlu:

“Zafer ve İYİ Parti ile değil ama DEVA ya da Saadet ile ittifak niye olmasın? Ekonomide Babacan gibi düşünüyorum. Babacan’ın ülke geleceğinde olmasını isterim ama DEVA siyaset üretmiyor. Ülkenin Ali Bey’e ihtiyacı var.”

Bu sözler, sadece basit bir ittifak değerlendirmesi değil. Aslında Ağıralioğlu’nun zihinsel haritasının, siyasal yöneliminin ve ideolojik referanslarının net bir ifadesi. Bu açıklamayı yapan bir kişinin, Türk milliyetçiliği gibi bir ideolojik zeminde durduğu söylenebilir mi?

Daha önce, “Müslüman olmayanları Türk kabul etmediği” yönündeki açıklamalarıyla da büyük tepki toplayan Ağıralioğlu, bugün Zafer Partisi veya İYİ Parti gibi milliyetçi temelli oluşumları reddederken, DEVA ve Saadet gibi siyasal İslamcı eğilimli partilere “gel gel” yapıyor. Bu sadece bir ittifak tercihi değil; aynı zamanda bir zihniyet ve kimlik tercihi. Bu tercihin adı da artık açıktır: Türk milliyetçiliği değil, siyasal İslamcılık.

Ağıralioğlu’nun Zafer Partisi’ne yönelik “ittifak olmaz” açıklaması, kendi durduğu yerin milliyetçilikten ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. İYİ Parti ile geçmişe dayalı kişisel kırgınlıkları olabilir; bu anlaşılabilir. Fakat Zafer Partisi ile ittifakı kategorik olarak reddederken, öte yandan “Ali Babacan gibi düşünüyorum” demesi, aslında maskeyi sıyırıp gerçek yüzü göstermektedir.

Buna bir de şu soruyu eklemek gerek: Sayın Ağıralioğlu, siz DEVA ve Saadet ile ittifak yapılabilir diyorsunuz da, bakalım onlar sizinle ittifak yapmak istiyor mu? Yoksa bu çağrı, siyasal yalnızlığın içinde bir tutunma çabası mı?

Türk siyaseti, gerçek yüzlerin er ya da geç ortaya çıktığı bir arenadır. Maskeler geçicidir, boyalar tutmaz. Hele ki söz konusu olan Türk milletinin kaderine talip olmaksa, seçmen bu tür yapay kimlikleri artık daha kolay fark ediyor. Yavuz Ağıralioğlu ve benzeri siyasetçilerin neye hizmet ettiğini, kimin dilini konuştuğunu, kiminle aynı masaya oturmak istediğini artık çok net biliyoruz.

Bugün, “Türk milliyetçisiyim” diyerek halktan oy alıp, yarın “Ali Babacan’la aynı düşünüyorum” diyorsanız, siz aslında kim olduğunuza çoktan karar vermişsiniz demektir. Seçmenin görevi de artık bu gerçeği görmek ve gereğini yapmaktır.

**

Siyasal iktidara selam duran akademisyenler

Son dönemlerde, özellikle dış politikada İsrail’e karşı geliştirilen sert söylemler, sadece siyasal arenada değil, akademik çevrelerde de yankı bulmuş durumda. Medyada ve bazı üniversitelerde, İsrail’i neredeyse şeytanlaştıran açıklamalar art arda geliyor. Ne var ki, bu açıklamaların bir kısmı bilimsel kaygıdan çok, siyasal iktidara selam durma çabası gibi duruyor.

Özellikle akademik unvan taşıyan bazı kişilerin, objektiflikten uzak, popülist söylemlerle kamuoyuna seslenmesi, bilim adına kaygı verici. Bilim insanının asli görevi, olayları ideolojik bir gözlükle değil, nesnel bir zeminde değerlendirmek olmalıdır. Ancak ne yazık ki bazı akademisyenler, İsrail’i “kuşatılacak bir hedef”, “bölgeye bela” gibi kalıplarla tanımlarken, bilimsel mesafeyi de, etik sorumluluğu da göz ardı ediyor.

Bu tür açıklamalarda sıkça rastladığımız şey, derinlikten yoksun, tek yönlü analizler. Uluslararası ilişkilerin karmaşıklığını, tarihsel bağlamını ya da hukuki boyutunu tartışmaktan uzak duran bu metinler, daha çok siyasal bir hat üzerinde yürütülen “yandaşlık” pratiğine benziyor. Akademik titrini taşıyan bir ismin, sırf iktidarın hoşuna gidecek bir dil kullanarak ekranlarda yer bulmaya çalışması, aslında bilimin saygınlığına da zarar veriyor.

Dahası, bu tür çıkışların ardında başka niyetler olduğunu da düşünmemek elde değil. Zira kimi akademisyenlerin bu açıklamalardan sonra üniversite yönetim kadrolarında hızla yükseldiğini görmek şaşırtıcı değil. İktidarın politikalarıyla paralel bir dil kullananların ödüllendirilmesi, akademik liyakat sistemine de gölge düşürüyor.

Oysa bilim insanı, itibarını popülist söylemlerle değil, özgün araştırmalarla, bilimsel yayınlarla ve dürüstlüğüyle kazanır. Akademi, iktidarlara şirin görünmek için değil, toplumlara doğruyu göstermek için vardır. Bilim, konjonktüre göre şekillendirilirse; hakikat, gücün gölgesinde kalır.

Bugün İsrail’e yöneltilen eleştiriler, elbette ki insan hakları ve uluslararası hukuk bağlamında dile getirilebilir ve getirilmelidir. Ancak bunu yaparken bile bilimsel duyarlılığı korumak, duygusal refleksleri değil, analitik aklı öne çıkarmak gerekir. Aksi halde, bilim insanı olmaktan çok, propaganda aracına dönüşme riski kaçınılmaz olur.

Unutulmamalı ki; bilim, sadece doğruyu söylemek değil, doğruyu doğru şekilde söyleme sorumluluğudur. Bu sorumluluğu unutan akademi, özgürlük alanını da kendi elleriyle daraltır.

 

**

Mevlüt Abinin Not Defteri

Helal Olsun CHP’li Kadınlara!

 

Bak şimdi… Adana cayır cayır yanıyor, hem hava sıcak hem siyaset. Zeydan Başkan’ı içeri aldıklarından beri şehir resmen kazan gibi. Ama esas kaynayan kim, biliyo musun? CHP’li ablalar! Valla helal olsun!

Kadınlar işi gücü, çoluğu çocuğu, tencereyi ocağı bırakmış, adalet nöbetine geçmiş. Her gün büyükşehirin önünden geçiyorum, bakıyorum: adalet cadırında 5-10 kadın adalet nöbetinde, ellerinde döviz, dillerinde slogan. Sıcakta erimemek için gölgede durmuşlar ama mücadeleye serinlik gelmiyor. Buz gibi suyu içip “Zeydan’a özgürlük!” diye bağırıyorlar. Valla yürek işi!

Geçen gün Kiremithane’de miting vardı. Dedim “bi bakayım ne var ne yok.” Daha saat 4, bunlar alana toplanmış bile. Sanki konser var! Biri yelpaze sallıyor, öteki megafonla “Hak, hukuk, adalet!” diye tempo tutturmuş. Bi abla vardı, bağırmaktan sesi kısılmış ama hâlâ el kol yapıyor. Dedim kendi kendime: “Mevlüt, sen evde klimayı 25’e alınca ‘çok sıcak’ diyorsun, bu kadınlar yanıyor ama hâlâ dimdik!”

Ama asıl sorum şu: Bunlar bu enerjiyi nerden buluyo? Bu enerji nereden geliyor? Ben sabah işe giderken arabayı çalıştırmadan önce üç kere “Bismillah” çekiyorum, yine de enerjim yok. Bunlar sabah 7’de kalkıyor, 3 çocuk okula gönderiliyor, koca işe uğurlanıyor, kahvaltı yapılmamış ama mitinge yetişilmiş. Yorulmak yok, şarj kablosu da yok. Duracell tavşanı görse, pilini bırakır kaçar valla. Yani sadece mücadele değil, bir mühendislik harikası bu.

Ben bunlara “CHP Kadınlar Kooperatifi” diyorum. Organize sanayi bölgesi gibi çalışıyorlar vallahi. Ne bir plansızlık var, ne dağınıklık. WhatsApp grubuyla dünyanın en büyük halk hareketini yönetirler, öyle söyleyeyim.

Bazı adamlar da kıyıda köşede diyo ki “ya çok abarttılar” falan. Kardeşim, sen haftada iki kere bakkala giden karını “sosyal kelebek” sanıyorsun, bu kadınlar üç ilçeye mitinge gidiyor, gece nöbet tutuyor, gündüz basın açıklaması yapıyor. Ne abartması?

Allah her partiye böyle yürekli, çalışkan, alev gibi kadınlar nasip etsin. Ama bi şartla: Sabah kahvaltılarını iyi yapsınlar, çünkü bu tempo bildiğin profesyonel sporcu temposu. Hatta bi gün sorucam, belki gizli gizli vitamin falan mı alıyolar, merak ediyorum.

Velhasıl, Adana yanıyor ama en çok yürek yanıyor. O yürek de CHP’li ablaların göğsünde atıyor. Helal size be bacılar! Mücadeleniz daim olsun!

Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.


HIZLI YORUM YAP