Maşallah, memleket son yıllarda şeyhten geçilmez oldu. Eskiden mahallede “bakkal, kasap, berber” diye sıralardık; şimdi listeye “şeyh” de eklendi. Sokakta yürürken neredeyse her 50 metrede bir karşınıza bir “mürşid-i kâmil” çıkması işten bile değil.
Ama dikkatimi çeken şu: Artık yerli şeyhler yetmiyor, ithal şeyhlere de kucak açmışız. Tıpkı ithal et, ithal buğday, ithal akaryakıt gibi… Ne eksikse ithal ediyoruz, sıra tasavvufa da gelmiş demek ki.
Geçenlerde Adana’da Adnan Menderes Spor Salonu’nda bir mevlit programı düzenlendi. Konuşmacı kim dersiniz? “Tasavvuf Şeyhleri Cemiyeti Başkanı” sıfatıyla gelen Cemil Halim el-Hüseyin. Afişleri görünce gözlerime inanamadım. Merak edip araştırdım, meğer bu zat-ı muhterem ülkemize yabancı değilmiş. Yıllardır fırsat buldukça gelmiş, kutlu doğum haftasına katılmış, derneklerde namaz kıldırmış, müftülerle görüşmüş. Yani Türkiye’ye girip çıkan bir nevi “tasavvuf turisti”.
Fakat işin ilginç yanı, kendi şeyhlerinden bıkmış olan bizimkiler, şimdi ithal şeyhlerin peşine düşmüş. Yahu kendi yerli şeyhiniz yetmedi mi? Daha ne arıyorsunuz? “İthal şeyh” neyin kafasıdır?
Kaldı ki, adam Arapça konuşuyor, bizimkiler Türkçe bilmiyor. Arada tercüman var. Tercüman ne kadar çeviriyor, doğru mu çeviriyor, neyi saklıyor belli değil. Ama cemaat yine mest! Çünkü mesele anlama meselesi değil, mesele “orada bulunmuş olmak.”
Beni asıl düşündüren nokta şu: Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda sessiz. Kimisi “şeyh”, kimisi “seyyid”, kimisi “mürşid” unvanıyla kürsülere çıkıyor, binlerce kişiye hitap ediyor. Bir düzenleme, bir denetim, bir çerçeve yok. Tarikat-pazarına dönen bu işin nereye varacağını bilen de yok.
Bizim memlekette şeyhler hiç eksik olmadı. Ama son yıllarda bu iş öyle bir magazinleşti ki, camide kavga eden, birbirine düşen, kardeş kavgasını ekrana taşıyan “şeyh evlatları” izler olduk. Yerli malı şeyh bu hale gelince, galiba “ithal olan iyidir” mantığıyla dışarıya döndüler.
Ama unutmayalım: Ne yerli ne ithal… Gerçek tasavvuf “pazarlıkla, reklamla, afişle” değil, gönülde ve haldedir. Bizimkiler gönüllerini boş bırakınca, dolduran hep birileri çıkıyor.
**
Filistin Benim Davam Değil
Son zamanlarda özellikle sosyal medya üzerinden aldığım mesajlar, yazdığım önceki yazıları hatırlatan sitemler, “Filistin bizim davamız” söylemleriyle dolu. Bazıları doğrudan DM’den, bazıları ise telefonla ulaşıp beni de “saflara katılmaya” davet ediyor. Ama açıkça söylemeliyim:
Filistin benim davam değil.
Benim davam Kerkük’tür, Güney Azerbaycan’dır, Karabağ’dır, Doğu Türkistan’dır, Gagauz Türkleri’dir, Sekel Türkleri’dir, Batı Trakya’dır… Kısacası: Turan’dır.
Yaşamımın hiçbir döneminde Filistin sorunu benim kalbime dokunmadı. Çünkü ben, kardeşliğin de, dayanışmanın da, sadakatin de karşılıklı olduğuna inanırım. Filistin dendiğinde aklıma ne kardeşlik geliyor ne de vefa. Aksine tarih boyunca gördüğüm ihanetler gözümün önüne geliyor.
1837’de Yahudilerin sayısı sadece 9 bindi. Peki sonra ne oldu? Filistinli Araplar, ellerindeki toprakları satmaya başladı. Osmanlı’nın tüm yasaklamalarına rağmen, Şeyhler Yahudilere toprak satmak için adeta yarıştılar. Öyle ki, 1948’e gelindiğinde bir devlet kurmaya yetecek kadar satın alınmış tapulu araziler vardı. İşgal diye anlattıkları şey, aslında parayla yapılan bir satışın sonucuydu.
Toprağını satanların, vatandan dem vurması bana samimi gelmiyor.
1915 yılında Türk ordusu cephede çarpışırken, arkadan vuruldu. 14 bin askerimiz şehit edildi. Gözleri kör edilen, işkenceye maruz kalan binlerce Türk askeri… Ve bunu yapanlar Filistinli Araplardı.
1916’da Arap isyanını başlatan Şerif Hüseyin’in tasarladığı bayrak, bugün Filistin bayrağı olarak dalgalanıyor. Renkleri Osmanlı’ya karşı başkaldırıyı temsil ediyor. Bu nasıl “kardeş bayrak” olabilir?
1917’de Kudüs’ü bizzat İngilizlere teslim edenler yine onlardı. Üstelik İngiliz general Allenby, peygamber gibi karşılandı!
Sonrası daha da çarpıcı…
Ben tüm bu satırları hatırlarken, sokaklarda ellerinde Filistin bayraklarıyla yürüyenlere ne diyeyim?
Bir millet, kendisine yıllarca ihanet edenleri “kardeş” kabul ederse, tarih ona elbette tokadını atar.
Ben inançlarımı siyaset üzerinden değil, ulusum üzerinden tanımlarım. Türk’üm. Beni bu topraklara bağlayan şey dini aidiyet değil, tarihin, kültürün ve kanın bağıdır.
O yüzden ne zaman “Filistin hepimizin davası” diyen biriyle karşılaşsam, tarihin unutulmuş sayfalarını açarım. Ve sonra susarım. Çünkü artık anlatmaya gerek kalmaz.
Filistin’e ne gözyaşı dökerim, ne bayraklarını taşırım. Benim bayrağım ay yıldızlı al bayraktır. Benim davam, doğuda esir kalan Uygur’dur, güneyde unutulmuş Türkmen’dir, Kafkaslarda soykırıma uğrayan Azeri’dir.
Her şeyin ötesinde benim davam Turan’dır.
Kusura bakmasın kimse. Ben bu “kardeşliği” görmedim. Sözde değil, özde kardeşliğin yanında oldum hep. Yarın da öyle olacak.
Not: Bu yazı, yazarın kişisel görüşlerini yansıtır. Tarihsel olaylara farklı yorumlar getirilebilir. Amacımız bir milletin inançlarını yargılamak değil, millî hafızaya vurgu yapmaktır.
**
Mevlüt Abi’nin Not Defteri
Yerli Şeyhler Yetmedi, İthal Şeyhlere Sardık
Ula kardeşim, bu memlekette artık bakkal bulmak zor, ama şeyh bulmak kolay. Her sokak başında bir tane var. Eskiden “her köşe başında kahvehane” derdik, şimdi “her köşe başında tekke” demek lazım.
Ama bak hele, yerli şeyhler kesmemiş olacak ki millet şimdi ithal şeyhlere yönelmiş. Ne varsa dışarıdan geliyor zaten; et ithal, buğday ithal, akaryakıt ithal… Sıra tasavvufa da gelmiş demek ki!
Geçen gün Adana’da spor salonunda mevlit programı vardı. Afişe baktım, hop! Bir baktım ki sahnede “Tasavvuf Şeyhleri Cemiyeti Başkanı” diye bir zat: Cemil Halim el-Hüseyin. Ula bizim memleketin imamları yetmedi mi? Şimdi de “Arap şeyhi” ithal etmişiz.
Adam Arapça konuşuyor, bizimkiler Türkçe bilmiyor. Tercüman araya giriyor, o da ne kadar çevriliyor, ne kadar sallıyor belli değil. Ama cemaat mest! Sanki sahnede Elvis Presley var. Adamın ne dediği önemli değil, “orada bulunmak” esas mesele.
Ulan ben anlamadım; bizim yerli şeyhler zaten birbirine girmişti. Çocukları camide kavga ediyor, biri ötekinin tekkesini basıyor. Magazin programı gibi izliyoruz. Demek ki millet de “yerli malı yaramıyor, en iyisi ithal malı” diye düşünmüş.
Diyanet’e de diyecek iki çift lafım var:
Hocam, madem bu kadar unvanlı zat sahneye çıkıyor, bir nizam koyun da herkes kafasına göre “şeyhim, seyyidim” diye ortalıkta gezmesin. Yoksa yakında ithal şeyhler için “gümrük vergisi” falan çıkartırsınız ha, şaşırmam.
Velhasıl kelam kardeşlerim; hakiki tasavvuf ne ithalde, ne ihalede… O gönülde olur gönülde! Biz gönlümüzü boş bıraktıkça, dolduracak birileri mutlaka çıkıyor.
ADANA
1 gün önceADANA
1 gün önceADANA
1 gün önceADANA
1 gün önceADANA
1 gün önceADANA
1 gün önceADANA
1 gün önceVeri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.