Adana’da son günlerde art arda gelen “riskli yapı” açıklamaları dikkat çekici. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile belediye verileri, Seyhan’dan Yüreğir’e, Sarıçam’dan Çukurova’ya kadar birçok mahallede onlarca, belki de yüzlerce binanın riskli yapı statüsünde olduğunu ortaya koyuyor. Ne güzel bir gelişme değil mi? Şehir genelinde denetimler yapılıyor, binaların durumu tespit ediliyor, vatandaşa bildiriliyor…
Kulağa umut verici geliyor. Fakat işin gerçeği öyle değil. Çünkü işin özünde hâlâ sadece “laf” var, “icraat” yok.
Bu şehir, Adana, Türkiye’nin aktif fay hatlarına oldukça yakın bir deprem bölgesi. Geçmişe baktığınızda ortalama her 30-35 yılda bir 6 ve üzeri büyüklükte depremler yaşamış. Yani yeni bir depremin eli kulağında. Bunu bilim insanları yıllardır söylüyor. 2023’te yaşadığımız Kahramanmaraş-Gaziantep merkezli yıkımın üzerinden neredeyse iki yıl geçti. Ama Adana’da o depremde ağır hasar almış bazı binalar hâlâ yıkılmayı bekliyor. Neden?
Belediyeler “uyarı gönderdik”, “süreç başlattık”, “vatandaş başvurmazsa biz yıkacağız” gibi açıklamalarla sorumluluğu üzerinden atıyor. Tamam da, siz bu açıklamaları yaparken, o riskli yapılarda insanlar hâlâ yaşıyor! İçlerinde çocuklar, yaşlılar, hastalar var. Her an yıkılma riski taşıyan bu binalar için hâlâ neden net bir eylem planı devreye alınmıyor?
Üstelik bu sadece bugünün sorunu değil. Yıllardır süregelen bir ihmal zinciri var ortada. Raporlarla sabit binalar için aylar, hatta yıllar süren bekleyişler yaşanıyor. Oysa bir binanın “riskli” ilan edilmesi, harekete geçilmesi için yeterli olmalı. Vatandaşın can güvenliği tehlikedeyse, devletin görevi onu korumaktır. Bu iş sadece maliklerin inisiyatifine bırakılamaz.
Bir de bu binaların çoğunun yoğun nüfuslu, dar gelirli mahallelerde yer aldığını düşünürsek, tehlikenin boyutu daha da ciddi. Karşıyaka, Yeşilbağlar, Belediye Evleri gibi mahallelerde yüzlerce kişi, her gece yıkılma riskiyle yüz yüze uyuyor.
Belediyelere ve Bakanlık yetkililerine açık bir çağrıdır bu: Açıklama yapmayın, eyleme geçin. Bu millet artık süslü cümlelerle avutulmak değil, gerçek adımlar atıldığını görmek istiyor. Kamuoyunu rahatlatmak için değil, insan hayatını korumak için görevdesiniz. Lafla değil, icraatla ölçüleceksiniz.
Yoksa bir gün gerçekten o beklenen deprem kapıyı çaldığında, bugün imza atmaktan kaçındığınız her yıkım kararı, vicdanınıza yıkılacak.
**
Mevlüt Abinin Not Defteri
“Bu Geziler Hayra Alamet Değil Ağa!”
Yahu ben bu gezilerde ne kullandım bilmiyorum ama… Son zamanlarda siyasiler geziyor ağa, hem de ne gezmek! Sanki memleketi kurtarmaya değil de, belediyenin kültür turuna çıkmış gibiler. Özellikle iktidar ittifakındaki partilerin il başkanları var ya… Adana kazan, onlar kepçe! Her gün bir açılış, her gün bir ziyaret, bir hal hatır sorma, bir çay içme töreni… Vatandaşın elini sıkıp yanaklarını mıncıklıyorlar resmen. Bense kahvede oturmuş, höpürdete höpürdete Türk kahvemi içerken gazetemi okuyorum, keyifler yerinde yani.
Ta ki… Bizim iblis Metin geldi. Elinde çay, gözünde soru işareti. Dedi ki: “Yahu Mevlüt, bayram değil seyran değil, bu ittifakçılar niye böyle birdenbire halkla kanka oldular?”
Dediği an beynimde bir şimşek çaktı. Kalp ritmim hızlandı, mideme bir spazm girdi, kendi kendime dedim ki: “Eyvah, şeytan içime girdi. Bakalım bu sefer bana ne yaptıracak?”
Uzun sürmedi ağa. Sedat dürttü bu sefer, “Bak hacı, bu geziler var ya… Hayra alamet değil. Muhalefet adalet çadırı mı kurar, özgürlük yürüyüşü mü yapar, imam mı tartışır, diplomayı mı karıştırır derken, bunlar gaza bastı. Bence baskın seçim geliyor!” dedi.
Aha dedim içimden, “Şeytan iç ses olmaktan çıktı, dış sese terfi etti.” Kahvedekilere bir baktım, bana öyle bir gözle bakıyorlar ki sanki iktidarsızlık bendeymiş gibi… Fısıldaşıyorlar: — “Mevlüt kafayı yemiş galiba.” — “Bir ara iyiydi ama şimdi… boşa bağlamış.”
İçimden “Boşuna fısıldaşmayın, ben sizi duyuyorum ağa!” diyecektim, ama dedirtmediler. Yavaşça kalktım masadan, bastonu (artık bastonum da var, o kadar yaşadım), aldım yürüdüm parka. Yürürken dedim ki kendi kendime:
“Memlekette siyasetçiler sokakta, halk evinde. İblis Metin haklıysa, hepimiz yandık. Yok değilse, e bu kadar geziyi kim finanse ediyor ağa? Benzin mi ucuzladı? Yoksa milletvekillerine adım sayar hediye mi verdiler?”
Bir süre sonra kendimi parktaki ördeklere derdimi anlatırken buldum. Onlar da bana şöyle baktılar: “Abi biz göçmeniz, bu ülke bizim umurumuzda bile değil.”
Hah! İşte bu ülkenin hali bu kadar.
**
Küçük Kıyamet
Sabahın ilk ışıkları, gökdelenlerin cam cephelerinde solgun bir şekilde parlıyordu. İstanbul’un griliği, üzerine serilmiş ince bir yorgunluk gibiydi. Melike, Mecidiyeköy’deki otobüs durağında, çantasından çıkardığı termosla ellerini ısıtırken, hayatındaki pek çok sabah gibi bu sabahın da sıradan geçeceğini sanıyordu.
Ama durak kalabalığına karışan bir çocuğun sesi, içindeki kapalı sandığın kapağını araladı.
“Anneeee! Bekle!”
Melike’nin elleri donmuş gibi oldu. O sesi tanıyordu. Hayır, o sesi değil — o sesin bıraktığı yankıyı tanıyordu. Bu çağrı, zihninin uzak bir odasında yıllardır kilitli duran anılardan birinin anahtarıydı.
Durağın hemen karşısındaki apartmanın giriş katında çocukken yaşadıkları geliverdi gözünün önüne. Sekiz yaşındayken bir sabah annesinin elinden kurtulup evden kaçtığı günü hatırladı. “Anne, dur!” diye bağırmıştı. Ama annesi durmamıştı. Dönüp bakmamıştı bile. Kendi ayaklarıyla ilk defa bir yere gitmeye çalıştığı o sabah, dünyanın en büyük terk edilişi olmuştu onun için.
Elinde termos, gözleri sabit bir noktaya çivilenmiş halde duruyordu şimdi. Kalabalığın içinde o günkü küçük kızı gördü sanki. Aynı apartmanın bahçesinden fırlayan, dizleri yara bere içindeki hâliyle. Pembe tişörtü, yamalı kotu, ve çorapsız ayaklarıyla kendisine doğru koşuyordu. Bir çığlık atmak istedi ama sesini yutkunamadığı bir an bastırdı. Hava boğuklaştı. Otobüs gürültüleri uzaklaştı. Her şey sanki yavaş çekime alındı.
Melike’nin gözleri doldu. İçinden geçen şey bir ağlama isteği değildi. Bu, yıllar sonra gelen bir sarsıntının, ruhunda açtığı çatlağın içinden sızan ilk damlaydı. Küçük bir kıyametti bu.
O an anladı; annesi belki duymamıştı bile o çağrısını. Belki duymuştu ama dönmeye cesareti yoktu. Belki de dönseydi… her şey daha farklı olacaktı.
Yağmur başladı hafifçe. Durakta bekleyen kalabalık çatı altına kaçıştı. Melike kıpırdamadı. Yağmurun soğukluğu, içindeki sıcak anıyı bastırmıyordu. Termosunu yere koydu, elini montunun cebine attı ve yıllardır taşımaktan yıpranmış, solmuş bir çocuk fotoğrafını çıkardı. Kendisi. Sekiz yaşında. Elinde oyuncak bir bebekle apartmanın merdivenlerinde.
Fotoğrafa baktı. Ve ilk defa içinden o kıza “Seni unuttuğumu sanma,” dedi.
O sabah, otobüs gelmeden duraktan ayrıldı. İşe gitmedi. Durağın birkaç sokak arkasındaki eski apartmana doğru yürümeye başladı. Yağmur saçlarından süzülüyordu, ama içi garip bir şekilde aydınlıktı.
Bazen en büyük kıyamet, bir çocuğun annesine “Dur!” dediği anda kopar. Ve o anı hatırlamak, o kıyameti nihayet susturmanın ilk adımıdır.
ADANA
14 dakika önceADANA
16 dakika önceADANA
19 dakika önceADANA
9 saat önceADANA
10 saat önceADANA
13 saat önceADANA
14 saat önce